Atatürk’e rağmen Atatürkçülük

04:0012/11/2025, Çarşamba
G: 12/11/2025, Çarşamba
Yasin Aktay

Atatürk’ün ölümünün yıldönümü 10 Kasım, bu yıl farklı anma etkinliklerine ve bundan dolayı farklı tartışmalara konu oldu. Atatürk ölmemiştir, ama her 10 Kasım’da onun ölümü enteresan bir törensellikle tekrar yaşanarak ve yaşatılarak ebedileştirilir. Ölümün Atatürk üzerinden ebedileştirilmesi ve her zaman yeniden tazelenerek ve dramatize edilerek yaşatılması, hiçbir zaman bitmeyen veya bir defada geçip gitmeyen bir yas iklimini de hatırlatır. Bu durumda ölmeyen Atatürk değil bizatihi onun ölümü olur.

Atatürk’ün ölümünün yıldönümü 10 Kasım, bu yıl farklı anma etkinliklerine ve bundan dolayı farklı tartışmalara konu oldu. Atatürk ölmemiştir, ama her 10 Kasım’da onun ölümü enteresan bir törensellikle tekrar yaşanarak ve yaşatılarak ebedileştirilir. Ölümün Atatürk üzerinden ebedileştirilmesi ve her zaman yeniden tazelenerek ve dramatize edilerek yaşatılması, hiçbir zaman bitmeyen veya bir defada geçip gitmeyen bir yas iklimini de hatırlatır. Bu durumda ölmeyen Atatürk değil bizatihi onun

ölümü olur.

Ölmek suretiyle vatandaşlar üzerinde bitmeyen bir yükümlülük, bedeli vatandaşlar üzerindeki ağır yükümlülüklerle biteviye ödenen bir borç bırakır. Her geçen gün biraz daha artan, ödendikçe kendini daha da çoğaltan bir borç. Seksenli yıllarda rahmetli Turgut Özal 10 Kasım törenlerinin bir yas havasından kurtularak bir anma gününe dönüştürülmesi hususunda bir girişimde bulunmuş olmasaydı bugün 10 Kasım törenleri nasıl bir havada gerçekleşirdi?

Kocaeli Valiliği ve Müftülüğünün bu yıl ilin bütün camilerinde Atatürk için Mevlid-i Şerif okunması talimatı vermesi kuşkusuz 10 Kasım’ın her zamankinden çok daha farklı tartışmalara konu olmasına yol açtı. Buna karşı çıkanlar neden karşı çıkıyorlar bir kenara bırakalım da, Atatürk’ün ruhuna bir Fatiha okunması fikrinin kendisinin Atatürkçülükle bağdaştırılmasının bu kadar kıyamet koparabilmesi başlı başına enteresan bir durum değil midir? Neden böyle olmuştur? Bu sorunun peşine düşüldüğünde gidebildiğimiz yer tarihe hurafenin, menkıbenin, efsanenin bulaşma istidadının ne kadar yüksek olduğu görülür. İnsanlar üretilmiş efsane, hurafe ve menkıbelerle o kadar mutlu o kadar alışık ve o kadar aşina oluyorlar ki, tarihin gerçek yüzüyle karşılaşmaya çok sert tepki veriyorlar.

Atatürkçülüğü sağlam bir politik kazanç kapısı olarak görmüş bir siyasetçi bir cuma günü, normalde hiç gitmediği cuma namazına gidip dua faslında Atatürk’e neden dua edilmediğini bağırarak, slogan atar gibi sormuştu. Böyle yapmakla cumanın şartı olan sessizliği bozmak suretiyle namazda konuşur gibi bir ihlalde bulunduğunun bile farkına varmamıştı. Aynı siyasetçi Atatürk’ün hutbelerde kimsenin, hiçbir şahsın isminin okutulmaması yönündeki talimatını duymamış olabilir mi?

Kendisine cumalarda dua edilmesini istememiştir mesela Atatürk. Belki camilere siyasetin girmesini istemediği için ve belki bütün bir din stratejisi cami ve cemaatin etkinliğinin azaltılması olduğu için, ölmekte olan bir kurumun içine ismini koymayı düşünmediği için. Cumhuriyetin ilk yıllarında caminin, cumanın, cemaatin bir istikbali görünmemektedir zira.

Sebep her ne ise, Atatürk’ün ne kendisi için ne herhangi bir yakını için bir mevlit okutması varit değil, buna bir değer verdiğine dair herhangi bir rivayet ve işaret de yok. Aksine bugün artık her yerde daha açık erişilebilir kaynaklar onun dine bakışının 19. yüzyıl pozitivist anlayışıyla şekillenmiş olduğunu çok net bir biçimde gösteriyor. Princeton Üniversitesi Tarih Profesörü değerli bilim adamı Şükrü Hanioğlu’nun çok değerli Atatürk Biyografisi onun bu konudaki düşüncelerini, zihin dünyasının bütün parametrelerini çok iyi ortaya koyuyor (Baglam Yayınları, 2023). Orada ne hakaret var ne de en ufak bir karalama. Bilakis herkesin yücelterek aslında daha fazla insan-dışılaştırdığı bir beşeri kişiliğin tarihsel, entelektüel portresinin bütün ayrıntılarıyla anlatımı var. Böyle bir kitaptan Atatürk okunduğunda karşınıza bütün hatalarıyla sevaplarıyla bir beşerin portresi çıkar. Ancak bu portre belli ki hurafelerle üretilmiş mitolojik Atatürk portresinden çok uzak. Gökten indiği zannedilen doğmalara karşı kendi Partisinin (CHP) deneysel (pozitivist) bilgisini koyan biri için Kur’an bile Hz. Muhammed tarafından bir tarihte uzun uzun düşünülerek veya en iyi ihtimalle “kendisine ilham edilmiş zannedilerek” yazılmış bir kitaptır. Mevlidin nasıl bir yeri olabilir ki?

Kendisine büyük bir saygıyla dua etmek isteyenler olabilir tabii. İsteyen istediğine dua edebilir, buna kimse karışamaz. Ama kendisinin bu dualara bir inancının olmadığını bizzat kendisi alenen söylemişken bu duaların kendisine nasıl bir faydası olabilir? Mevlide inanmıyor ve hiç desteklememişken ona rağmen ona mevlit okumaya çalışmanın kendisine nasıl bir katkısı veya faydası olabilir? Mevlit okumak isteyenler neyi sağlamış olurlar? Atatürk’e rağmen Atatürkçülük yapmanın psikolojisi ile baş başayız bu saatten sonra, ve bu, toplumsal olgunlaşmamız, erginleşmemizin önünde behemehal aşılması gereken önemli bir kompleks.

Bugün demokratik süreçlerin aksamasından şikâyeti olanların soluğu Anıtkabir’de almaları gibi bir durum, nasıl bir Atatürk tasavvuru ortaya koyuyor? Belli ki Atatürk’ün bugün yaşanan demokratik seviyeden çok daha ilerisini temsil ettiğini düşünüyorlar. Peki böyle düşünenler onun bütün idaresi boyunca hiçbir zaman bir seçime gitmemiş olduğunu, her ne yapmışsa her şeye tek başına karar vermiş olduğunu öğrendiklerinde nasıl bir şok yaşayabilirler?

Yaşarlar mı? Zaten bilmiyorlar mı? Bugün bilgi edinmekle, tarihin gerçeklerine ulaşmakla ilgili ciddi bir sorunumuzun kalmış olduğunu hiç sanmıyorum. Bütün bilgilere rahatlıkla ulaşılabiliyor artık. Buna rağmen insanlar tarihe değil de kendi hurafelerine, mitolojilerine, inançlarına daha güçlü bir biçimde sarılıyorlar?

Dünkü yazısında arkadaşımız Aydın Ünal heykellerle, kişi kültüyle oluşan bu hurafelerle Atatürk’ün bir ilgisi olmadığını söylüyor. Kuşkusuz Atatürk’ten sonra birçok kesimin, bilhassa Demokrat Parti’nin Atatürk’ü tarihe gömmeye kalkışan CHP’ye karşı Atatürk’ü kullanma adına yürüttüğü politikanın bu kültün oluşumunda çok ciddi bir katkısı olduğu vurgusu haklı. Ama bu Atatürk’ün hiç ilgisi olmadığını göstermiyor. Kendi yaşadığı dönemde, daha 1926’dan itibaren yurdun her tarafına dikilen ve sayıları binlerceyi bulan heykeller ve büstler onun eseridir. İnönü ve CHP’si Atatürk’ü ne kadar paradan ve portrelerden söküp atmaya çalıştılarsa da o heykelleri söküp atacak güçleri olamazdı.

Ama İnönü ve CHP’nin o kadarlık bir teşebbüsleri bile Atatürkçülüğün bir politik kazanç kapısı olarak Demokrat partililerce keşfedilmesine yetti de arttı. Politik kazanç kapısının işleyiş tarzı böyledir işte. Kendisinin ne olduğunun hiçbir önemi kalmıyor bir yerden sonra. O kazanca göz diken herkes kendi beklentilerini bir türbeye çaput bağlar gibi bağlar o kapıya ve böylece beklentileriyle karışışında gerçeğiyle alakası olmayan bir profil yaratır. Ludwing Feuerbach’ın ihtiyaçlarına göre yansıtma suretiyle kendi yaratıcısını yaratan kul tanımında olduğu gibi. Atatürk istediği kadar bu ülke “türbelerden, ölülerden medet umulan bir yer olmayacaktır” demiş olsun. Bizzat kendi kabri insanların kendisinden, kendisine rağmen demokrasi, refah ve her şeyi bekledikleri bir melce haline gelmiş olur.

#Yasin Aktay
#Atatürk
#Atatürkçülük
#Toplum