Çorum Kampı: Geçmişin hikmetiyle geleceğin inşası Osmancık’tan Diriliş diline

04:0024/08/2025, Pazar
G: 24/08/2025, Pazar
Yusuf Kaplan

Ergan Dağı’nda Erzincan Kampımızdayız. Dağ havası alacağız, köklerle kökleri buluşturma yolculuğuna çıkacağız. Son derece bereketli, verimli ve ruh dolu geçen Çorum kampımızı yazmaya devam ediyoruz. MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşimin nefis kaleminden aktarıyorum. * Sanat ve hukuk üzerine düşünürken aslında varlığın izini sürüyorduk. Sanat, varlığın güzellik suretinde insana görünmesiydi; hukuk ise adalet suretinde nizam ve ölçü olarak tecellisiydi. Heidegger’in ifadesiyle varlık,

Ergan Dağı’nda Erzincan Kampımızdayız. Dağ havası alacağız, köklerle kökleri buluşturma yolculuğuna çıkacağız.

Son derece bereketli, verimli ve ruh dolu geçen Çorum kampımızı yazmaya devam ediyoruz. MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşimin nefis kaleminden aktarıyorum.

*

Sanat ve hukuk üzerine düşünürken aslında varlığın izini sürüyorduk. Sanat, varlığın güzellik suretinde insana görünmesiydi; hukuk ise adalet suretinde nizam ve ölçü olarak tecellisiydi. Heidegger’in ifadesiyle varlık, insana açılan bir ufuk; Mevlana’nın diliyle ise aşk ve adalet olarak yüreğe doğan bir hakikatti.

Fakat varlık, daima zamanın içinde tecrübe edilir. İşte bu nedenle yolculuğumuz bizi eğitim ve tarihe taşıdı. Eğitim, Heidegger’de geleceğe doğru bir tasarım; Mevlana’da ise ‘hamlıktan pişmeye, pişmekten yanmaya’ yürüyen bir terbiye yoludur. Tarih, Heidegger’de geçmişle kurulan anlam bağı; Mevlana’da hikâyeler yoluyla hafızaya taşınan hikmettir.

Böylece sanat ve hukukta varlığın estetik ve adaletle görünüşüne tanıklık ederken; eğitim ve tarihte zamanın terbiye ve hafıza olarak açılışına yöneldik. Heidegger’in Varlık ve Zaman dediği şey, Mevlana’nın dilinde Aşk ve Hikmet olarak buluşur. Hakikat, hem güzellik ve adalet suretinde (varlık), hem de terbiye ve hafıza suretinde (zaman) insana görünür. İlk kampımızda Varlık’ın insana doğru açılımını bil’irken; bu kampımızda zamanla eğitim ve tarih üzerinden Varlık’la bul’uşarak onun hakikatiyle ol’gunlaşmanın izini sürdük. “Hepimiz O’na aitiz ve O’na döneceğiz” ayeti kerimesinin tecellisine bu anlam üzerinden şehadet etmiş olduk. İlk kampımızdaki “bilme-bulma-olma” giriş serüvenimiz, burada eğitimde “akıl-kalp-ruh”, tarihte tarihin derinliğiyle “ribat-irtibat-rabıta” kurarak “zihin-zemin-zaman” inşasına dönüşüyor. Yusuf Kaplan hocamızın kavramsal üçlemeleri aslında ne kadar derin ve köklü ve inşaedici güce sahip olduğunu buradan sezmek mümkündür.

Evet bu çizdiğimiz çerçeveyle onu yazmak istedim ki, bu kamplar geldik toplandık konuştuk dağıldık gibi şey değil. Bu kamplar yaşanmışlığın tecrübesidir. Derinlik ve anlam temelli yolculuktur. Bunu anlatmazsak kamplarımız da çarpık zihniyetin anladığı kamp anlayışıyla anlamını yitirirdi.

Buradan yol alarak sıradaki yazıda bu anlam ve derinliğin Çorum kampımızdaki izdüşümünü okuyacağız.

Tarih, geride kalmış hatıralar değil; eğitimin dokunuşuyla yeniden canlanan bir gelecektir. Eğitim, geçmişin aynasında geleceği kurar; böylece insan, zamanın iki ucunu bir araya getiren köprü olur. Enfüsî ve afakî eğitim süreci, tarihin dehlizlerinde hem geleceği hem de insanı inşa eder. Yusuf Kaplan hocamızın “Osmanlı bir İnsan-ı Kâmil’dir” ifadesi, tam da bunu anlatır.

Makalelerde bu anlayışın teorik temellerinin atıldığını hem gördük hem yaşadık.

Gürkan Gürarı kardeşimiz, katılaşmış bir dünyanın materyalizm ile nasıl donduğunu ortaya koyarken; Mehmet Kaya kardeşimiz demokrasinin çözülüşünü analiz ederek aynı dünyanın kültürel ikliminin nasıl yıkıldığını gösterdi. Görünüşte farklı gibi duran bu iki konu aslında modernitenin iki sahte yüzünün insanlığı, dolayısıyla insan kavramını yok ettiğini gösteriyordu. Yusuf Kaplan hocamızın “Sosyoloji çökmüştür” ifadesi, biyoloji merkezli egosantrik dünyanın insanı rakamsal bir veriye indirgemesinin haykırışıydı.

Peki, materyalizmle katılaşmış, demokrasiyle hızın girdabında dağılan bir dünyada tarihin derinliklerindeki hikmeti nasıl bulabiliriz? Bu sorunun cevabını Muhammed Emin Gültekin, “Tarih Hikemiyatı” makalesinde aradı. Necip Fazıl Kısakürek’in direniş ruhunu merkeze alarak, katı materyalist bir dünyada tarihin derinliklerindeki hikmeti günümüze taşımayı denedi. Bu yaklaşım, makalenin ne kadar büyük çaplı bir düşünsel çaba olduğunu gösteriyor.

Fatma Aysun Kaplan hocamız, hicretle başlayan yeni bir inşanın izini günümüzdeki iltica meseleleriyle karşılaştırarak ele aldı. Böylece tarihsel bir tecrübeyi güncel bir meseleyle buluşturan derin bir analiz ortaya koydu.

Sıla Avcı kardeşimiz ise Musa’nın asası kavramından hareketle derinliğin nasıl yüzeyselliğe, anlamın nasıl anlamsızlığa dönüşebildiğini işledi. Bir zamanlar İslâm medeniyeti, asa gibi hayat verici, yol açıcı bir kudrete sahipken; zamanla körelip Firavun’un lahdi gibi ölü bir ağırlığa dönüşmüştür. İşte bu ölüme yeniden bir asa gerek. Bir diriliş asası gerek.

Harun Aydın hocamız, bu asanın dil ile başladığını Sezai Karakoç üzerinden temellendirdi. Onun “Dirilişin Dili” makalesi, tam da bu asanın sihrini anlattı. Yusuf Kaplan hocamızın da söylediği gibi, aynı dil gerek; bu dil üzerinden kurulacak yeni bir medeniyet dili gerek.

Böylece Direnişle başlayan yolculuğun Sezai Karakoç’un Diriliş şarkısına dönüştüğüne şahit olduk. Bu yolculuk, Yusuf Kaplan hocamızın kalbinden akan duanın bir varoluş biçimi olan Medeniyet Tasavvuru Okulu’ydu. Necip Fazıl Kısakürekle başlayan serüvenin kemali olan MTO, köklere inmeden göklere yükselinemeyeceğini gösteren bir maarif modelidir.

Makalelerden gönlümüze akan tazelikle kampın ikinci gününde tarihî bir yolculuğa çıktık. Çorum’un Osmancık ilçesinde, tarihin ruhuyla buluştuk. Osman Gazi’nin burada doğduğu rivayetleri bir yana, “Osmancık” adı bile Osmanlı ruhunun bu topraklardan doğduğunu fısıldar. İstanbul’un manevi fethinin temelleri burada atılmıştır.

Koyunbaba Hazretleri bu anlamda çok önemlidir.

İstanbul fethini Ahmet Yesevi’ye bağlayan manevi köprüdür. Koyunbaba adına olan köprü de ipek yolu üzerinde durması sembolik bir tezahür olsa gerek. Koyunbaba’yı manevi işaretle buralara gönderirken Ahmet Yesevi hazretleri ona “sana kalbimizden olanı verdik” demesi, burasının bir kalp makamı olduğuna tarih şahitlik etmiştir. Mantık baba dergahı bu kalbin mantıkla kaynaştığı yer olmuştur. Onun, “İstanbul’u fethedecek hoca tasavvuf kapısında değil, ilim kapısında aranmalı” diyerek işaret ettiği Akşemseddin Hazretleri, bu ruhun tezahürüdür. Fatih’in, fetihten sonra asıl fatihin Akşemseddin olduğunu söylemesi, kökleri Ahmet Yesevi’ye uzanan bu serüvenin teyididir.

Osmancık bu bakımdan yalnızca Osman Gazi’nin doğum yeri değil, Osmanlı’nın İstanbul’da doğacak olan büyük medeniyetinin de tohumu olmuştur. İşte bu sebeple Osman-cık denmesi medeniyet kapsamında tarihe bir nottur.

Ahmet Yesevi’den İstanbul’un fethine uzanan serüveni Koyunbaba üzerinden hangi modern eğitim kurumu anlatabilir? İşte Medeniyet Tasavvuru Okulu tam da bu inşayı yapan derin bir mekteptir.

Osmancık’taki yolculuğumuz, MTO için bir gezinti değil; makalelerde işlenen tarih felsefesinin kalpte ve ruhta tecellisiydi. MTO, bu yönüyle insanı irfan ruhuyla tarihin dehlizlerinde gezdirir ve yeni bir tarih felsefesinin temellerini atar.

Kampımızın en vurucu cümlesiyle bitirelim. Muharrem Kartancı ağabeyin değerli eşi Ümmühan Kartancı Hanımefendi şöyle dedi:

“Hiçbir kamp birbirinin tekrarı değil; her kamp bir öncekini aşarak gidiyor.”

Yusuf Kaplan hocamızın “tarih ve eğitim”i kuşatan şu veciz cümlesiyle yazıyı bitiriyorum:

“Bir medeniyetin tarihine geç girenler, o medeniyeti yapar ve inşa eder.”

#Toplum
#Aktüel
#Eğitim
#Yusuf Kaplan