Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) beş yaşını doldurdu. Akıl, kalp ve ruhu aynı anda harekete geçiren, önümüzü açacak öncü kuşakları, adam yetiştirecek adamları yetiştiren çağdaş Enderunumuz olacak bir okul. Dijital Nizamiye'miz MTO.
MTO'da yeni dönem başvuruları başladı. İki ay sürecek bir başvuru sürecine girdik. MTO'ya başvuruların kabul edilmesinin iki şartı var: 100 Kitap Listesi'nin ilk 20 kitabını okumak ve okumaları 4 Renkli Kurşun Kalemle Okuma Tekniği ile yapmak.
MTO'nun ne anlam ifade ettiğini MTO'nun en parlak isimlerinden Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimiz yazdı. Nefis bir yazı oldu yine.
Birkaç yazıda bu güzel yazıyı paylaşacağım. Zihin açıcı okumalar.
İlimle ilk karşılaşmalarımda, kendimi bir bakıma hem şaşkın hem de aç bir halde buldum. Kütüphanede önümde duran kitap yığınları, kağıt ve mürekkepten ziyade; onlar, bir insanın zihnini yeniden yoğuracak, düşünce yollarını açacak birer damardı. Gece yarısı kitapların arasında kaybolduğumda, bazen göz kapaklarım ağırlaşırdı ama bir cümle gelir, zihnimi öyle bir sarsardı ki, bütün uykum kaçar, sabaha kadar o cümleyi içimde döndürürdüm. İşte Mekke bana bu hali öğretti: ilim insana kendisini yeniden kurduran bir nefesti.
Sezai Karakoç’un Diriliş Neslinin Amentüsü ile başlayan serüvenimde, imanla ilmin nasıl birbirine kenetlendiğini gördüm. Karakoç’un sarsıcı satırlarında, bir neslin ayağa kalkışını, benim kendi ruhumun silkinişini hissettim. O gün anladım ki, ilim insanın aslına dair bir hatırlatmadır. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü ise, kafamdaki dağınık taşları bir mimar titizliğiyle yerleştirdi. Onun öfkeli ama sistemli dili bana, ilmin celâl tarafını gösterdi: bilgi aynı zamanda mücadeleydi, tavırdı, dik duruştu.
Cemil Meriç’in Bu Ülkesi ise bambaşka bir pencere açtı. Onu okurken gözümün önüne kendi çocukluğum geldi. Bir köy odasında, eski bir radyodan gelen cızırtılı seslerle büyüyen bir çocuğun aslında bir ülkenin kaderini nasıl sırtlandığını fark ettim. Meriç bana, ilmin asıl meselesinin “ait olmak” olduğunu öğretti. İlim, köksüzlüğü gideren bir bağdı; kendi dilime, kendi tarihime, kendi ruh köklerime yeniden bakmayı öğrendim.
Mustafa Kutlu’nun hikâyeleri, bana ilmin sokaktaki yüzünü gösterdi. Yoksulluk İçimizde ya da Uzun Hikâye’yi elimde tuttuğumda, sanki köy kahvesinde oturmuş, bir ihtiyarın anlattıklarını dinliyordum. Kutlu’nun cümleleri, bana bilginin sıradan insanların yaşamlarında saklı olduğunu fısıldadı. İlim, orada, sabah namazına kalkıp dükkanını açan esnafın yüzünde, anne duasında, tren yolculuğunda yanına oturan yolcunun gözlerinde parıldıyordu.
Mekke’nin bana verdiği bu ilim ikliminde, kavramlar da birer işaret taşı gibi önüme serildi: Âlim olmak çok bilmek, bildiğini akîdeyle temellendirmekti. Bilme, zihnin karanlık odalarını ışığa açmak demekti. Zihin, bana aslımı hatırlatan bir pusula oldu. Asıl dediğim şey, köklerimdi; akıl ise o köklerin dallara uzanma kudretiydi. Tevarüs, bana geçmişten aldığım mirası öğretti; öğrenme, o mirası yeniden yoğurma çabasıydı. Vücut, bilginin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Akîde, bilginin imanla bağ kurmasıydı.
Tenzih kavramını ilk defa gerçekten hissettiğimde, bilginin kirlenmiş halinden arındırılması gerektiğini anladım. Basiret, görünenin ardındaki hakikati görmekti. Epistemoloji, soğuk bir kavram gibi dursa da “bilmenin hakikatini bilmek” olarak içime yerleşti. Fikir, zihnimde doğan ilk kıvılcım oldu. Ribat, bağ kurmak demekti; kitabı okurken, o kitapla kurduğum bağın aslında bir ribat olduğunu hissettim. Kitap, bana sadece satırları değil, hayatı açtı. Celâl, bilginin haşmetiydi; bazen yakıcı, bazen sarsıcı ama her daim uyandırıcı.
Bütün bu kavramlar, sadece teorik sözler gibi durmadı; hepsi yaşadığım bir deneyime dönüştü. Bir gece, Kutlu’nun hikâyesinde bir yolcunun gözyaşını okurken, kendi gözümden bir damla düştü; o an ilmin kalbe de dokunduğunu gördüm. Bir sabah, Meriç’in sert bir cümlesiyle irkildiğimde, zihnimin perdelerinin açıldığını hissettim. Karakoç’un “diriliş” çağrısını duyduğumda, kendi gençliğimle hesaplaştım. Necip Fazıl’ın kavgasını hissettiğimde, “bilginin de kavga ettiği” bir hayatı kabul ettim.
Mekke bana, ilmin insanı yoğuran bir hamur olduğunu öğretti. Âlimin yükü ağırdı; çünkü onun bildiği şey, aynı zamanda yaşamak zorunda olduğu şeydi. Ben de öğrendim ki, ilim insana sorumluluk yükler; bildikçe susamaz, gördükçe gözlerini kapatamazsın. Bu yüzden Mekke’de öğrendiğim ilim, beni daha uykusuz, daha sancılı, ama aynı zamanda daha diri bir insana dönüştürdü.
İlim bana zihnimi kurmayı öğretti, ama bir yerden sonra fark ettim ki, zihnim tek başına yürüyemiyor. Bilginin haşmetli yükü, kalbimin omuzlarına dokunmadıkça bir şeyler eksik kalıyor. İşte o boşluk, Medine’nin bana açtığı kapıyla doldu. Medine’nin irfan iklimi, bana kalbin yolunu, usûlün zarafetini, özümsemenin sabrını, ruhun derinliğini öğretti. Burada öğrendim ki, ilim insana dik durmayı öğretir, irfan ise eğilmeyi. İlim göz açar, irfan gözyaşı döktürür.
Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası elimdeyken, odamın sessizliğinde masanın üzerinde bir bardak çayın buharı yükseliyordu. Satırları okurken içimde garip bir hüzün vardı. Çünkü Topçu, maarifi sadece okul sıralarına, müfredatlara, ders kitaplarına indirmiyordu; o, maarifi ruhun terbiyesiyle bir görüyordu. O sayfaları okurken, kendi öğrencilik günlerim gözümün önüne geldi: kalabalık sınıflar, ezberlenmiş formüller, ama eksik bir şey vardı; kalbimize dokunan bir nefes yoktu. Topçu’nun “maarif ruhu terbiye etmektir” sözüne rastladığımda, uzun uzun masaya kapanıp düşündüm. Kalbimin derinliklerinden gelen bir sızıyla, “ben nasıl bir maarifin talebesiyim?” diye sordum.
Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslâm’ını okurken ise, farklı bir köprüden geçiyordum. Aliya, bana iki dünyanın gerilimini anlattığında, ben kendi içimdeki gerilimi fark ettim: aklım Batı’nın disiplinini istiyor, kalbim Doğu’nun merhametini arıyordu. Aliya’nın o yalın ama derin satırlarını okuduğum bir akşam, pencereden sızan ışıkla kitabın gölgesi masaya düşüyordu. O an düşündüm: “Belki de insanın içindeki asıl yolculuk, bu iki kıyı arasında gidip gelmektir.” Aliya bana, irfanın köprü olduğunu öğretti: kalple aklı, Doğu ile Batı’yı, geçmiş ile geleceği bağlayan köprü.
Ivan Illich’in Okulsuz Toplum kitabını elime aldığımda, zihnimde bir sürü soru belirdi. O, modern eğitimin zincirlerini kırıyordu. Bense kitabı okurken lise yıllarıma gittim: uzun koridorlarda tek tip kıyafetlerle yürüyen, aynı şeyleri ezberleyen, aynı sınavlara giren öğrenciler… O sayfalarda kendi geçmişimin izdüşümünü gördüm. Illich bana irfanın, bilginin sunuluş biçimiyle de ilgili olduğunu öğretti. Kitabı kapatıp odanın içinde volta attım. Sonra defterime şu cümleyi yazdım: “İrfan, sadece öğrenilen şey değil, öğrenmenin adabıdır.”
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.