
AB, Amerikan baskısıyla domine edilen dolayısıyla egemenlik sorunsalı yaşayan bir cam fanus gibi. Dolayısıyla bugün ABD ile bir kırılmaya gidecek şekilde kurgulanacak silahlanma hamlesi, başta AB’nin çevre ülkeleri olarak değerlendirilebilecek Doğu Avrupa, İskandinav ve bazı Akdeniz ülkelerince sıcak bakılan bir seçenek olmayacaktır.
Son haftalarda Ukrayna’da devam eden savaşın geleceğine yönelik Trump Yönetiminin ortaya koyduğu tek taraflı planlar bölgenin geleceğine dair birçok soru işaretini de beraberinde getiriyor. Trump’ın seçim öncesi vaatlerinin başında gelen Ukrayna’da savaşı bitirme planı bugünün sinyallerini verse de, geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’da Rus ve Amerikalı yetkililerin ikili olarak gerçekleştirdiği müzakerelere AB ülkelerinin davet edilmemesi aslında bu sürecin nasıl ilerleyeceğini gösteriyor.
SITMA MI ÖLÜM MÜ?
Çünkü Riyad’daki zirvenin ardından Trump’ın, Zelenski’nin siyasi meşruiyetini sorgulamak da dahil büyük oranda Rus tezlerini yansıtan açıklamaları, o masada batının 2014’ten itibaren savunduğu Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün bir ön koşul olarak sunulmadığını da gösteriyor. Aslında Trump için süreç kendi iç politik vaatlerini tamamlamaktan öteye bir anlam taşımıyor. Dolayısıyla Ukrayna’da savaşın ne şekilde bittiği, Rusya’nın hangi kazanımları sağladığı yahut Ukrayna’nın neler kaybettiğinin bir önemi yok. Tam da bu sebeple Trump gerekirse Zelenski’yi bile itibarsızlaştırarak Ukrayna tarafını ABD’nin tek taraflı kararlarına mecbur kalacağı bir düzlem yaratmaya çalışıyor. Nitekim Zelenski’nin Washington ziyaretinde yaşananlar da bu gerçekliğin üstündeki bütün sis perdesinin kalktığı an olarak tarihe geçti. Bu noktada Trump bir yandan Zelenski’yi kendi planına mecbur bırakırken aynı anda da AB ülkeleri ve İngiltere’ye de aslında bir mesaj veriyor. AB ülkeleri ya kendi güvenlik maliyetlerini üstlenecekler yani “sıtmaya” razı gelecekler ya da Trump’ın gösterdiği “ölüm” seçeneğine evet demek zorunda kalacaklar. Bu noktada transatlantik ilişkilerinde yaşanacak muhtemel bir kırılma ve Ukrayna’da yaşanacak majör bir Rus kazanımı ihtimali doğrudan dikkatlerin de AB güvenlik mimarisinin geleceğinin nereye evrileceği sorusunun üzerine çekilmesini sağlıyor.
LONDRA ZİRVESİ’NDE VERİLEN MESAJ
1 Mart’ta Londra’da düzenlenen Ukrayna Zirvesi de aslında bu fotoğrafı güncellemek adına Avrupalıların attığı bir adım olarak dikkat çekiyor. AB başkentlerinden gelen birbiri ardına Ukrayna’ya destek mesajları Londra’da da kendisine yer buldu. Aslında toplantıdan birkaç gün önce Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve İngiltere Başbakanı Starmer yaptıkları Washington ziyaretlerinde Trump ile doğrudan bir restleşme içine girmemişler hatta Trump’ın egosunu besleyecek açıklamalar yapmaları dikkat çekmişti. Paralel şekilde Londra Zirvesi’nin sonucunda da ABD’yi dışarıda bırakacak yahut Trump’a tamamen eleştirel bir tavır ortaya konmadı. Bunun yerine Ukrayna’ya yönelik desteğin devamı yönünde ortak bir duruş sergilerlerken bir yandan da yeni dönemde Avrupalıların sorumluluk almaya hazır olduğu mesajları verildi. Ancak burada dikkat çeken husus Starmer’in Ukrayna’ya gönderilebilecek bir gönüllüler koalisyonunun hayata geçirilmesi için somut Amerikan desteğinin de sahada olması gerektiğini vurgulamasıydı. Yani Avrupalılar ABD’nin tek taraflı ateşkes planlarına karşın Trump’ın sorumluluk almaları yönünde baskısıyla paralel gelişen alternatif bir planla Trump’ı masaya çekmeye çalışıyor. Böylelikle, olası bir ateşkes senaryosunda Ukrayna’nın da çıkarlarının dile getirilebildiği ve Rusya’yı belli oranda sınırlandırabilecek bir müzakere süreci kurgulamaya çalışıyorlar.
SİLAHLANMA HAMLESİ
Avrupalı liderler gösterdikleri anlık reflekslerle süreci yönetmeye çalışırlarken tabii ki dikkat çeken en önemli husus ABD’den bağımsız bir yol haritası ortaya koyamıyor oluşları. Bu aşamada Avrupa Komisyonu Başkanı Von Der Leyen’den çarpıcı bir 800 milyar avroluk Savunma Paketi çıkışı geldi. Daha önce Kovid-19 pandemisinin AB ekonomilerine verdiği zararı telafi etmek için AB tahvilleri satmak suretiyle NextGenerationEU programı aktive edilmiş, 800 milyar avro nakit sağlanmış ve süreç daha rahat şekilde yönetilmişti. AB Anlaşmasının 122. Maddesi olağanüstü durumlarda AB bürokrasisinin üye ülkeler adına borçlanma yoluyla kaynak yaratmasının önünü açmaktadır. Şimdi de Komisyon aynı prosedür ile yaklaşık 150 milyar avroyu bulabilecek bir kaynak sağlamayı amaçlıyor. Öte yandan Von Der Leyen AB üyelerinin savunma harcamalarını GSYİH’lerinin yüzde 1.5 oranına getirmesi ve bu ülkelerin savunma harcamalarının yüzde 60’ının ortak projelere gitmesi yönünde bir paket ile de dört yıl içinde yaklaşık 650 milyar avro ederinde bir savunma bütçesine de ulaşmayı hedefliyor. Kağıt üzerinde oyun değiştirici rakamlar telaffuz edilirken, bu hafta gerçekleşecek olan Brüksel’deki olağanüstü AB zirvesinde şüphesiz ana gündem maddesi de bu konu olacak.
WASHINGTON HÂLÂ BRÜKSEL’DEN MUTEBER
Peki böylesine bir silahlanma hamlesi 2003 ve 2016’daki Avrupa Güvenlik Strateji Belgeleri'nde kurumsal olarak zikredilen otonom hareket edebilen bir AB askeri gücü kurma hayallerini gerçeğe dönüştürebilir mi? Aslında bu sorunun cevabı kendi içinde saklı. 1990’larda Balkan İç Savaşlarında tıpkı bugün gibi paralize olan AB ülkeleri yine benzer şekilde Avrupa Güvenlik Mimarisini dönüşttürmek için adımlar atmaya çalışmışlardı. Ancak İngiltere için AB bayrağı altında bir kuvvet oluşturma fikri NATO’ya tamamlayıcı bir unsur olarak ele alınırken, Fransa için tamamen NATO ve ABD’nin üzerlerindeki tahakkümünü by-pass etmek için kazanılması gereken bir kabiliyetti. Dolayısıyla kendi ulusal çıkarlarının peşinde giden bu devletlerin bugün hep birlikte Trump’ın tek taraflılığını AB’nin küresel ölçekte aktör olabilmesi için fırsat olarak görebilecekleri anlatısı yanıltıcı olabilir.
Avrupa Birliği İkinci Dünya Savaşı sonrası bir anda gerçekleşen bir aydınlanma sonrası kurulmuş bir kurum değil, aksine dış ve güvenlik politikaları Amerikan baskısıyla domine edilen dolayısıyla bir egemenlik sorunsalı yaşanan bir cam fanus gibi. Dolayısıyla bugün ABD ile bir kırılmaya gidecek şekilde kurgulanacak silahlanma hamlesi Fransa gibi ülkelerden kabul görecek olsa da başta AB’nin çevre ülkeleri olarak değerlendirilebilecek Doğu Avrupa, İskandinav ve bazı Akdeniz ülkelerince sıcak bakılan bir seçenek olmayacaktır. Çünkü bu aktörlerin her birinin birbirleriyle olan ilişkileri olduğu kadar ABD ile ikili olarak kurdukları müstakil ilişkiler esas güvenlik ihtiyaçlarını karşıladıkları kaynakları ve imkanı sağlamaktadır. Yani AB içinde bile halen Washington, Brüksel’den daha muteber bir noktadadır. Bu sebeple böylesine bir silahlanma hamlesi ancak ve ancak ABD ile paralel ilerleyecek ve hatta Amerikan savunma sanayii şirketlerinin de içinde bulunduğu projelerin çokluğuyla işlevli hale gelebilecek bir planlamayla ancak birlik genelince kabul görebilir.