Trump’ın sinematik kılavuzu: Bir adam mı bir çağ mı?

04:004/03/2025, Salı
G: 4/03/2025, Salı
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Bir ustanın gölgesinde yetişen çırak, artık ustasından daha büyük bir canavara dönüşmüş durumda. Trump, abartılı özgüveni, kendine karşı sarsılmaz inancı ve iktidara, paraya ve şöhrete olan doyumsuz açlığıyla, adeta modern kapitalizmin bir ürünü haline geliyor.

Mehmet Kırtorun / Yazar

Kurallar, sınırlar, ahlaki çizgiler… Bazıları için bunlar yalnızca başkalarının uyması gereken kurallar. Kendileri ise bunlardan muaf. Hata, yolsuzluk, yalan ve saldırganlık gibi unsurlar, sıradan insanları suçlu duruma düşürürken onları daha da güçlendiriyor.

Normalde bir lideri koltuğundan edebilecek skandallar, onlar için yalnızca kişiliklerinin bir parçası olarak görülüyor. Çirkinlikleri, güçlerinin kanıtı sayılıyor. Bu yüzden ne yaparlarsa yapsınlar, destekçileri gözünde itibarlarını kaybetmiyorlar. ABD Başkanı Donald Trump da böyle bir figür. Onun için takipçileri daima “doğruyu yapan adam” söylemini sürdürüyor. 2020 seçimleri öncesinde yapılan bir ankete göre, Amerikalıların dörtte biri Trump’ın Tanrı tarafından seçildiğine inanıyordu. Hatta bazıları onu Eski Ahit’teki Kral Davut, Süleyman ya da Pers Kralı Büyük Cyrus ile kıyaslıyor.

Tarihte Pers Kralı Cyrus, Yahudileri Babil esaretinden kurtarmış, kutsal topraklarına dönmelerine izin vermişti. Putperest olmasına rağmen tanrının iradesini yerine getiren bir lider olarak görülmüştü. Bugün Evanjelikler de Trump’ı böyle değerlendiriyor: Dindar olmayabilir ama yine de Tanrı tarafından seçildiğine inanıyorlar.

Wallnau adındaki bir Evanjelik lider, Trump’la ilk karşılaştığında tanrının kendisine “Yeşaya 45” diye fısıldadığını söylüyor. Trump açıp okuduğunda şu sözlerle karşılaşıyor:

“ Rab meshedilmişine, yani sağ elinden tuttuğum Kiros’a şöyle diyor: Onun önünde milletleri alt edeceğim, kralların giysilerini soyacağım, önünde kapıları açacağım ve kapılar kapanmayacak…” (Yeşaya 45:1).

TRUMP’IN “YURTTAŞ KANE” İLE PARALELLİĞİ

2002’de Errol Morris’in kısa filmi için kamera karşısına geçen Donald Trump, Yurttaş Kane’e olan hayranlığını dile getirdi ve kendisini Charles Foster Kane ile özdeşleştirdiğini belirtti. Ona göre filmin mesajı açıktı: Servet insanları izole eder ve mutluluk getirmez. Ancak Trump’ın yorumunda kaçırdığı nokta, bu hikâyenin yalnızca düşüşe geçen bir adamı değil, güç ve servet uğruna ruhunu kaybeden bir karakteri anlattığıydı. Haberman’ın Confidence Man kitabına göre Trump, tıpkı Kane gibi siyasete atıldı, kendi propagandasını yaptı, yükseldi ve sonunda güç tarafından tüketildi. Ama hikâyesi burada bitmedi. Mar-a-Lago’daki inzivası, bir son değil, sadece bir durakmış. Bir zamanlar “yaldızlı kafes” olarak görülen Florida’daki malikanesi, şimdi onun dönüş hikâyesinin bir parçası…

Yurttaş Kane, yalnızca güç ve servet takıntılı bir adamın trajedisi değildi; aynı zamanda faşizme karşı bir uyarıydı. Welles, filmi 1941’de, Amerika’nın savaşa girip girmeme konusunda bölündüğü bir dönemde çekti. Bugün Trump da benzer şekilde basına savaş açtı, hukukun üstünlüğüne meydan okudu ve otoriter söylemler geliştirdi. Onun için güç yalnızca korunması gereken bir şey değil; aynı zamanda rakiplerini ezmek için bir araçtı. Bunu en iyi öğreten kişi ise, McCarthy döneminin tartışmalı avukatı Roy Cohn oldu. Cohn ona birkaç temel kural aşıladı: Saldır, saldır, saldır. Hiçbir şeyi kabul etme, her şeyi inkâr et. Zaferi sahiplen, asla yenilgiyi kabul etme.

“O ZAMAN SAVAŞI BİZ SAĞLARIZ”

Bugün bile Trump’ın siyaset yapma biçimi, Cohn’un öğretilerinin bir yansıması. Tarih, Trump gibi figürleri defalarca gördü. Medya patronu William Randolph Hearst, tıpkı Trump gibi servetinin bir kısmını babasından devralmıştı. 1898’de Havana Limanı’nda ABD donanmasına ait Maine gemisi patladığında, Hearst’ün gazeteleri savaş çığırtkanlığı yaptı: Maine’i Hatırla, İspanya’ya Cehennem Olsun!

Daha sonra yapılan soruşturmalar, patlamanın İspanya kaynaklı değil, gemideki mühimmatın kendi kendine ateş alması sonucu gerçekleştiğini ortaya koydu. Ama gerçeklerin bir önemi yoktu. Hearst’ün gazeteleri savaşı çoktan körüklemişti. Bugün Trump’ın medya stratejisi de benzer şekilde gerçekliği yalnızca işine geldiği sürece kabul etmek üzerine kurulu. Yurttaş Kane’in en dikkat çekici sahnelerinden birinde, Kane kendisine Küba’da savaş olmadığını söyleyen bir muhabire şu yanıtı verir: O zaman savaşı biz sağlarız!

Bu replik, Yurttaş Kane’in ilham kaynağı olan Hearst’ün şu sözünü andırıyor: Resimleri sen sağla, ben de savaşı sağlarım!

Bu, yellow journalism olarak bilinen, sansasyonel haber başlıklarıyla kamuoyunu yönlendirme yöntemine bir örnektir. Günümüzde fake news (yalan haber) denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri Trump olsa da bu terimi ilk icat eden o değildir. Merriam-Webster sözlüğüne göre fake news terimi en az 1890 yılına kadar uzanıyor. Trump bile ABD 2016 Başkanlık Seçimleri'nde bu terimi ilk kullanan kişi olmamıştır; ilk olarak Hillary Clinton, “Pizzagate”i eleştirirken bu ifadeyi kullanmıştır.

Orson Welles, Hearst’ün malikanesi Hearst Castle’ı hicvederek Yurttaş Kane’deki Xanadu’yu yarattı. Devasa bir yalnızlık abidesi, aşırı sahip olma hırsının insanı içine hapsettiği bir altın kafes… Bugün Trump’ın malikâneleri de aynı aşırılıkla inşa ediliyor: Altın kaplamalı emniyet kemerleri, devasa sütunlar, kendisini Roma imparatoru gibi resmettiği tablolar… Para ve güç biriktikçe, insanlardan uzaklaşan bir adam. Nixon’ın San Clemente’ye çekilmesi, Howard Hughes’un Bahamalar’daki izole hayatı… Şimdi ise Donald Trump…

BİR ÇIRAĞIN BEDENİ BİR USTANIN RUHU

Ali Abbasi’nin yönettiği The Apprentice, Donald Trump’ın 1970’ler ve 1980’lerdeki yükselişini sert, çarpıcı ve kışkırtıcı bir şekilde ele alıyor. İran kökenli Danimarkalı yönetmen Abbasi, daha önce The Last of Us dizisinde çalışmış ve Holy Spider gibi çarpıcı bir filme imza atmış bir isim. Senaryo ise, The Loudest Voice in the Room kitabıyla tanınan gazeteci Gabriel Sherman tarafından yazılmış. Film, genç Trump’ın (Sebastian Stan) emlak sektörüne adım atmasını ve babasıyla birlikte, siyahilere ev kiralamadığı için federal soruşturmaya maruz kalmasını anlatıyor. Trump, bu süreçte acımasız avukat Roy Cohn (Jeremy Strong) ile tanışıyor ve onun etkisiyle bambaşka birine dönüşüyor.

Cohn, kendisini bir vatansever olarak tanımlasa da yasaları ve ahlaki kuralları hiçe sayan bir figür. Trump’a “kaybetmenin” bir seçenek olmadığını, önemli olanın ne pahasına olursa olsun kazanmak olduğunu öğretiyor. The Apprentice (2024) filminde, genç Trump ilk başta yasadışılığa karşı tereddüt ediyor ve “Ama… bu yasa dışı değil mi?” diye soruyor. Cohn ise gülümseyerek yanıt veriyor; “Ah, sevgili oğlum, işin püf noktası da bu zaten.” Bu sahne, Trump’ın kuralları çiğnemenin yalnızca bir araç değil, bir gereklilik olduğuna inanmaya başladığı anı simgeliyor. Artık onun için yasalar ve sınırlar önemsiz; tek önemli olan kazanmak. Narsisizmi büyüyor, yanılgısı derinleşiyor ve etrafındaki herkes ona “evet” diyenlerden ibaret hale geliyor. Bağımlılıkla mücadele eden kardeşi yardım istediğinde onu umursamıyor, Ivana’ya karşı acımasızlaşıyor, onun zekâsını tehdit olarak görmeye başlıyor ve sonunda ona şiddet uyguluyor. Artık kimseye ihtiyacı yok.

HAYALET HİKAYESİ

Ve işte burada dönüşüm tamamlanıyor. Bir ustanın gölgesinde yetişen çırak, artık ustasından daha büyük bir canavara dönüşmüş durumda. Trump, abartılı özgüveni, kendine karşı sarsılmaz inancı ve iktidara, paraya ve şöhrete olan doyumsuz açlığıyla, adeta modern kapitalizmin bir ürünü haline geliyor. Senarist Gabriel Sherman, filmin çıkış noktasının Roy Cohn’un hayaletinin Trump’ın bedenine yerleşmesi fikri olduğunu belirtiyor. Bu bağlamda, The Apprentice yalnızca bir biyografi değil, aynı zamanda bir tür “hayalet hikâyesi” olarak da değerlendirilebilir.

Filmde Trump’ın yalnızca güce ve başarıya değil, aynı zamanda kontrol ve imaj takıntısına sahip olduğu da vurgulanıyor. Dış görünümüne takıntılı hale geliyor, kilo vermek için amfetamin içeren zayıflama hapları kullanıyor ve estetik operasyonlara başvuruyor. Tüm bunlar, onun gücünü yalnızca siyasi veya ekonomik anlamda değil, fiziksel olarak da yansıtmaya çalıştığını gösteriyor. Ancak Trump’ın filmdeki en tehlikeli yönü, yasaları hiçe sayan doğasının, gerçek hayatta da somut delillerle destekleniyor olması. Ivana Trump’a yönelik şiddet iddiaları yalnızca başlangıç. Access Hollywood kasetinde kadınları nasıl taciz ettiğini anlatan ifadeleri, E. Jean Carroll davasındaki tecavüz suçlaması ve 2023’te Yargıç Kaplan’ın, Trump’ın Carroll’a tecavüz ettiğinin doğrulandığını belirtmesi, onun sistematik bir suç geçmişine işaret ediyor.

Trump’ın medya manipülasyonu ve gerçeklik algısını nasıl şekillendirdiği de filmde işleniyor. The Apprentice, Citizen Kane ve The Godfather gibi klasiklerden ilham alıyor ve Shakespeare’in Kral V. Henry’yi tahta çıkmadan önce tasvir ettiği Prens Hal gibi, Trump’ın da eski dostlarını ve akıl hocalarını bir kenara atarak yalnızlığa sürüklendiğini gösteriyor. Film, onun Roy Cohn’dan sonra nasıl güç kaybettiğini vurguluyor. Cohn yokken geriye yalnızca herkesin zaten bildiği bir Trump kalıyor ve bu noktada anlatının büyüsü zayıflamaya başlıyor.

Bodrum katında, şantaj kasetleriyle devlet görevlilerini kontrol altına almak için kurulan düzeneklerin gösterildiği sahneler, belgesel havası yaratıyor. Ancak bu etki uzun sürmüyor çünkü izleyici bunun zaten gerçek olduğunu biliyor.

Cannes Film Festivali’nde gösterildiğinde The Apprentice karışık eleştiriler aldı. Ancak film, Trump’ı yalnızca bir medya figürü olarak değil, bir insan olarak da ele almasıyla dikkat çekiyor. Filmde kullanılan “Yes Sir, I Can Boogie” şarkısı ise, Reservoir Dogs’taki “Stuck in the Middle with You” şarkısı gibi, bağlamından koparılarak yeni bir anlam kazanıyor.

Film boyunca Rupert Murdoch, Ed Koch, Andy Warhol ve Roger Stone gibi isimler Trump’ın hikâyesine eklemleniyor. En dikkat çekici olan ise, Cohn’un eski çırağı olan Stone’un Reagan’ın 1980 kampanya sloganını Trump’a sunması: Let’s Make America Great Again!

Bu, Trump’ın siyasi kariyerini başlatan en büyük söylemlerden biri haline geliyor.

BİR SONUÇ YOK ÇÜNKÜ HİKÂYE HÂLÂ DEVAM EDİYOR

The Apprentice, kronolojik bir olay sıralaması sunuyor ama derinlemesine bir psikolojik analiz yapmıyor. Yüzeyde bir patlama yaratıyor, ancak karakterin içine inmekten kaçınıyor. Ve en sonunda, iki saat boyunca anlatılan hikâye tek bir gerçekle noktalanıyor:

Herkes zaten bunu biliyordu.

Herkes zaten Trump’ın nasıl bir figüre dönüştüğünü biliyordu.

Ve tam da bu yüzden film, en büyük gücünü kaybediyor.

Bu bir biyografi değil, bir hayalet hikâyesi. Bir zamanlar insan olan birinin, nasıl bir yanılsamaya hapsolduğunun anlatısı. Ama bu hikâyenin bir sonu yok. Trump hâlâ var, gücü hâlâ peşinde, bir sonraki hamlesi hâlâ merak konusu.

Ve belki de asıl soru şu: Bu sadece bir adamın hikâyesi mi? Yoksa bir çağın hikâyesi mi?

Bunu anlamak için The Apprentice’in anlattığından fazlasına bakmak gerekiyor. Çünkü güç, yalnızca bir kişinin ellerinde şekillenmez. Onu büyüten, ona inanan, onu kutsallaştıran bir kitle varsa… O zaman mesele sadece bir adam değildir. Ve belki de en korkutucu olan şey budur.



#Trump
#ABD
#Politika