Seçim süreci 28 Mayıs itibarıyla geride kaldı. Artık Türkiye kaldığı yerden, daha güçlü, sağlam adımlarla iktisadi ve diplomatik hedeflerine odaklanmış durumda. Seçimlerin hemen akabinde Ankara’nın gündeminde olan en temel hususlardan birisi şüphesiz İsveç’in NATO üyelik süreci ile alakalı olan meseleydi. Türkiye, gerekli güvenceleri ve kendi lehine olan taahhütleri aldığı Vilnius Zirvesi akabinde İsveç’in üyeliğine yeşil ışık yakarken, konu Meclis gündemine taşınıp oylanacak. Böylelikle, Türkiye AB ile uzun süredir devam edegelen meselelerini de bu vesileyle gündeme tekrar taşıyarak kronikleşen ve kendi aleyhine işleyen bazı düğümleri çözmeye çalışacak.
Bu hususların en başında gelen ise şüphesiz Gümrük Birliği (GB) meselesi. Ticaret Bakanlığı ise siyasi gelişmelerden bağımsız olarak geçen seneden beri GB’nin güncellenmesi, işleyişinin geliştirilmesi ve hakkaniyet odaklı olarak iyileştirmelerin yapılmasına dair çalışmalarını sürdürmekte.
31 Aralık 1995’te yapılan anlaşma şüphesiz Türkiye’ye ticaret noktasında olumlu katkılar sundu. Bilhassa Türkiye’nin ihracat oranının 1995’teki 21 milyar dolar seviyelerinden 2022 yılında 250 milyar dolar seviyesinin üzerine çıkması bunun bir delili. Aynı dönemde Türkiye’den AB’ye ihracatı ise 11 milyar dolardan 103 milyar dolara çıktı. Diğer taraftan AB ise Türkiye’nin ticaret ve yatırım hususunda en önemli ortağı olmayı sürdürdü. Bu rakamlara bakıldığında Gümrük Birliği Anlaşması’nın son 28 yıl içerisinde ağırlıklı olarak AB lehine işleyen bir sürece evrildiği açık ve net.
Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı AB’nin toplam ithalatında ise Ankara altıncı sırada bulunuyor, işte tam olarak bu farklılıkla aşikâr olan bir dengesizlik söz konusu. Buna ek olarak Gümrük Birliği Anlaşması’nda Türkiye aleyhine işleyen bir yelpaze darlığı mevcut. Sadece sanayiyi kapsayan bu yelpazenin farklı sektörlerdeki anlaşmalarla genişletilmesi ise ortadaki bu adaletsizliği gidermeye namzet.
Gümrük Birliği’nin imzalandığı 1995 yılındaki mevzuat ve anlaşma, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik süreci öncesinde tasarlandığı ve yürürlüğe konduğu için sistematik tıkanıklıkları içerisinde barındırıyor. Türkiye pazarını AB ve diğer ülkelerin rekabetine açan Gümrük Birliği dolayısıyla nizamilikten yoksun şekilde artan, çetin bir rekabet ortamı oluşturdu. Bu ise Türkiye’nin küresel sisteme ticari olarak eklemlenmesini engelleyen bir husus. Bu hususun zaman içerisinde getirdiği zorlayıcı unsurlar iç piyasadaki regülasyonlar konusunda ve uluslararası uyumluluk anlamında önem atfetse de diğer taraftan Türkiye’ye halen vize serbestisinin sunulmaması ve Ankara’nın münferit olarak imzalaması muhtemel Serbest Ticaret Antlaşmalarının Gümrük Birliği sebebiyle kısıtlanması ciddi sorunlar. Bir diğer taraftan Türkiye’den ihraç edilen ürünleri taşıyan sürücülerin bile vize sorunlarıyla karşı karşıya kalmakta olduğu, lojistik anlamında ekstra sorunlar meydana getiren bir çelişki mevcut.
Bu realiteyi AB Konseyi de kabul etmiş ve 2015 yılında Türkiye ile Gümrük Birliği güncellemesi konusunda mutabık kalınmıştı fakat ne yazık ki hâlen somut bir çıktı sağlanabilmiş değil. 2021 yılında bu husus tekrar gündeme gelmiş olsa da müteakip süreçte başlayan Rusya-Ukrayna savaşı ile beraber geri plana düştü. Güncel olarak ise son gelişmeler ışığında Türkiye tarafından tekrar masaya konmuş durumda. Yaşadığımız çağın gerçeklerine uygun, güncel iktisadi gelişmeler ve teknolojiler ışığında Türkiye’nin de fayda sağlamasını mümkün kılan, kamuyu, hizmet sektörünü, e-ticareti de içerisine alan geniş kapsamlı ve adil bir revizyon büyük önemi haiz.
Dolayısıyla İsveç’in NATO üyeliği süreci ile birlikte bu hususun gündeme getirilmesini her ne kadar bazı çevreler anlamlandıramasa da Batı’nın Türkiye’nin talepleri karşısındaki nihilist tutumunun Türkiye’ye ihtiyacı olduğu dönemlerde nasıl değiştiğini unutmamak gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bunu en iyi bilen isimlerden birisi şüphesiz. Bu hususu siyasi oportünizm ile izah etmeye kalkmak ise Türkiye’yi 28 yıldır aynı kısır döngünün içerisinde tutmaya çalışan, dar görüşlü yorumlardan mütevellit. Karayolu kotaları, AB’nin üçüncü taraflar/ülkelerle anlaşmalarından Türkiye’nin istifade edememesi, pek çok ticari iş birliği sürecinin dışında tutulmasına yıllardır bir eleştiri getirmeyen bu düşünce yapısının Türkiye’yi, krizden çıkar devşirmekle itham etmesi ise hadsizlik.
Rasyonel bir düzlemde Gümrük Birliği’nin kapsamı ve üçüncü ülkeler ile imzalanan serbest ticaret anlaşmalarına dahil edilmeyi talep eden Türkiye’nin bu hamlesi, Ankara’yı Avrupa’da herhangi bir kısıtlamadan münezzeh şekilde ticari rekabette güçlendirebilir. Adil bir rekabet ve anlaşma isteyen Türkiye, bu hususu bir de vize serbestisi ile taçlandırabilirse yahut en azından iş adamları ve yatırımcılar için olumlu bir çıktı sağlayabilirse şüphesiz farklı bir sürecin kapıları Ankara adına aralanacaktır.
200 milyar dolara yakın ikili ticaret hacmi söz konusu olan Türkiye ve AB’nin bu hususta atacağı adım, AB Konseyi’nin yıllardır hakkaniyetsiz ve siyasi motivasyonlara bağlı şekilde ertelediği adaleti sağlayabilir. Bu bağlamda AB’nin güncellemeyi kabul etmesi Türkiye’ye sunulacak bir lütuf değil, kısa ve uzun vadede partnerliğine her sahada ihtiyaç duyacağı bir ülkeye hakkını teslim etmek demektir.
Haklı talepleri, güvenlik, ticaret ve askeri anlamdaki projeleri, AB’nin kötü niyetli siyasi ve adaletsiz tavırlarıyla karşılaşan Türkiye’nin 28 yıl sonra İsveç mevzusu nezdinde gündeme getirdiği bu hususlar, hakkaniyet ilkesine sadık kalınmasını önceleyen bir tavrın neticesidir ve adalet yerini bulmalıdır.
Bu anlamda Türkiye’yi, İsveç’in NATO üyeliği ve AB arasındaki sözde ‘alakasızlık’ üzerinden tenkit edenlerin AB’yi ve Gümrük Birliği’nin sıkıntılı hususlarını 28 yıldır neden hiç gündeme taşımadıkları ise ayrıca ele alınması gereken bir husustur.