Avrupa Birliği Şam trenini yakalayabilecek mi?

04:0022/05/2025, Perşembe
G: 22/05/2025, Perşembe
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım

Yaptırımların kaldırılması kararında olduğu gibi, Suriye’ye yönelik Türkiye ve ABD tarafından atılan her belirleyici adımdan sonra, AB için tek seçenek ABD’nin arkasındaki vagonlardan birine atlayıp treni kaçırmadan kendisine kalan alanlarda Suriye sahasına nüfuz etmek olarak kalıyor.

Dr. Muhammed Çağrı Bilir - Yıldız Teknik Üniversitesi

Suriye’de devrim sonrası yeni Şam yönetiminin güvenlikten ekonomiye bir dizi iç içe geçmiş meseleyi yönetmek zorunda kaldığı bir düzlem mevcut. Ülkede nizamı sağlamak için, PKK/YPG terör örgütünün Fırat’ın doğusunda devam eden işgaliyle ve İsrail’le birlikte hareket eden Dürzi veya eski Esed rejim unsuru Nusayri silahlı gruplarla mücadele etmek bir gereklilik olarak öne çıkıyor. Bu doğrultuda sahil bölgelerindeki Nusayri kalkışmaları veya geçtiğimiz haftalarda yaşanan Dürzi ayaklanmaları sert güç yoluyla bastırıldı. Ayrıca devrim sonrasında ABD desteği olmadan sahada tutunması neredeyse imkansız hale gelen terör örgütüyle de tedricen siyasi ve askeri entegrasyon amaçlayan bir anlaşma imzalanarak Fırat’ın doğusuna da siyasi olarak nüfuz etme süreci başlatılmış oldu.

Bu düzlemde tamamen iç güvenlik meselesi gibi görülebilecek bu sorunlar aynı zamanda uluslararasılaşmış bir kriz alanı olarak tanımlanan Suriye’ye angaje olmak isteyen birçok aktöre de alan sağlayan toplumsal fay hatları olarak göze çarpmaktadır. Özellikle Suriye’nin yeniden inşası ve ekonomik toparlanmanın başlatılabilmesi için kritik olan uluslararası tanınma sorunu göz önüne alındığında, bu fay hatları sadece birer güvenlik meselesi olmaktan çıkıp aslında Suriye’nin dış ilişkilerinin de bir konusu haline gelmektedir. Dolayısıyla Şara yönetimi için farklı başlıklar altında ele alınması gereken bir çok sorun dış angajman sebebiyle iç içe geçerek kompleks bir sorunlar ağı oluşturmaktadır. Bu noktada düğümün çözülebilmesinin yani uluslararası tanınmanın sağlanabilmesinin önündeki en büyük engel ise ABD ve AB tarafından iç savaş esnasında Esed rejimine karşı uygulanan yaptırımların halen devam ediyor oluşuydu.


AB’NİN “MORE FOR MORE” YAKLAŞIMI

20 Mayıs günü AB Yüksek Temsilcisi Kallas’ın Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımların koşulluluk ilkesi çerçevesinde kaldırıldığını açıklaması şüphesiz Şara yönetimi için yeniden toparlanma açısından elverişli bir ortam yarattı. Ancak bu karar beraberinde yönetilmesi gereken belirli maliyetleri de getirmektedir. Açıklamadaki “koşulluluk” vurgusu aslında azınlık grupların siyasi geçiş sürecine nasıl entegre edilecekleri ve Şara yönetiminin bugüne kadar yürüttüğü ılımlı siyaseti ne kadar sürdürebileceği hususundaki şüpheleri refere etmektedir. Diğer bir ifadeyle iç savaş esnasında askeri kapasiteden yoksun olduğu için ikincil bir rol bile alamayan AB, bugün güçlü olduğu alanlar üzerinden bir fırsat yakalayarak öncü bir rol üstlenme çabası içindedir. Bu durum 1990’lar itibarıyla AB’nin Barselona süreci ile Suriye’ye yönelik başlattığı ve devamında 2004 yılında imzalanan Ortaklık Anlaşması ile bir çerçeveye oturttuğu asimetrik bir ilişki biçimiyle paralellik göstermektedir. Bu yaklaşım, temelde angaje olunan ülke ile ekonomik yardımları ve batıya entegrasyonu bir havuç olarak kullanarak demokratikleşme yönünde reformları ve dış politikada AB’nin dümen suyuna girilmesini teşvik etme mantığına dayanmaktadır. Yani Suriye gibi sistemin dışında olan ülkelere asimetrik bir ilişkiyi süslü bir kutuda servis etmek anlamına da geliyor denilebilir. Aslında günümüzde “more for more” olarak tanımlanan bu strateji, 2000 yılında Portekiz’de yapılan Feira Zirvesi’nde kurum düzeyinde uygulanması taahhüt edilen sistemli bir strateji olarak karşımıza çıkar. ABD’nin Balkanlar’daki tek taraflı angajmanına bir noktada alternatif geliştirmek amacıyla, Balkan ülkelerine AB’ye üyelik “vaadiyle” bu mekanizma ortaya atıldı. 2004 yılından itibaren de Komşuluk Politikası kapsamına giren kuzey Afrika, Orta Doğu, Doğu Avrupa ve Kafkaslar’a yönelik de aynı strateji sistematik şekilde uygulanmaya başlandı ve nihayet 2011 yılında da bir komisyon raporuyla tam olarak kavramsallaştırıldı. Kısacası, 20 Mayıs’ta Kallas’ın koşulluluk ilkesini vurgulaması, tıpkı Soğuk Savaş sonrası konjonktür gibi, AB’nin ekonomik kapasitesi ve siyasi tanınma gücüyle Suriye’de yeniden diplomatik etkisini hissettirebilecek bir ortam bulduğunu göstermektedir. Her ne kadar AB’nin Suriye’yi bir kazanç ve Arap dünyasında nüfuz kapısı olarak mengeneye alma hedefi 1990’lardan bu yana somut olarak görülse de bu meselenin tek uluslararası aktörü AB değil. Yani mesele sadece AB-Suriye ilişkileri kapsamında incelendiğinde eksik kalır.


ANKARA VE WASHINGTON’IN BELİRLEYİCİ ROLÜ

Devrim sonrası tedricen AB’den bazı alanlarda yaptırımların askıya alınması gibi kararlar yahut Suriye’ye ziyaretler görmüştük. Aynı zamanda Nusayri kalkışması esnasında olduğu gibi Şara yönetimine aba altından sopa gösteren temkinli ifadelere de rastlamak mümkün. Dolayısıyla AB’nin Suriye’de geçiş sürecinde yaptırımları kaldırmayı bir koz olarak kullanma eğilimi anlaşılıyor. Ancak iç savaş boyunca belirleyici bir rol alamayan AB’nin, yeni dönemde bir nüfuz alanı bulmuş olması bu düzlemin tek belirleyici olduğu anlamına gelmiyor. Devrimle beraber sahadaki tek ve en güçlü aktör konumuna gelen Türkiye ile, YPG/PKK terör örgütü üzerinden angajmanı devam eden ABD, bu noktada AB’yi reaksiyonel kalmak zorunda bırakmaktadır. ABD Başkanı Donald Trump’ın geçtiğimiz hafta Sezar Yasaları kapsamındaki yaptırımları kaldırma kararı ve akabinde Şara ile Suudi Arabistan’da yaptığı görüşme, AB’nin uluslararası tanınma hususunda elinde tuttuğu kozu zayıflatırken Şara’nın da masadaki ağırlığını arttırmıştır. Trump’ın bu kararı şüphesiz Türkiye’nin yeni Şam yönetimine sağladığı askeri ve siyasi güvenlik şemsiyesinin bir çıktısı. Yani Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Trump’la yürüttüğü liderler diplomasisinin bu kadar tartışmasız sonuçlar üretmesi yine Türkiye’nin iç savaşı Rusya ve İran’ı bölgeden kovarak sonuçlandırabilmesiyle ilişkilidir. Dolayısıyla, askeri kapasitesi ve sahada angajmanı olmayan AB için iç savaş sonrası ortam asimetrik ilişkileri yeniden tesis etmek için elverişli gözükse de, aslında atılan her bir adım Türkiye-AB ilişkilerinin bir konusu olarak ele alınarak yeniden değerlendirilmelidir.


ABD VAGONUNA BİNMEKTEN BAŞKA ÇARE KALMADI

Bu durum Türkiye ile Şara arasındaki bir vekillik ilişkisinden kaynaklı değil. Aksine Türkiye ile Suriye’nin bölgesel ve küresel çıkarlarının mutlak şekilde uyuşmasıyla ilgilidir. AB’nin “more for more” ilkesiyle Suriye’ye dikte edeceği azınlık hakları meselesi, etnik ve dini zenginliklerinin birer fay hattına dönüşeceği bir düzlem yaratacaktır. Batının alışılagelmiş bir yöntemi olarak siyasal katılım süreçlerinin liberal illüzyonlarla kurgulanması bu bölgede uyuşmazlıkları da kaçınılmaz hale getirir. Nitekim bu da ne Türkiye’nin ne de Şara’nın kabul edeceği bir düzlem yaratır. Bu nedenle AB için Şara’ya yönelik yapılacak her baskı aynı zamanda Türkiye ile aralarındaki ilişkilere bir sorun alanı daha eklemek anlamına gelecektir. Sonuç olarak, Türkiye’nin askeri ve siyasi desteği ile Trump’la yürütülen iyi ilişkiler, AB’yi ancak tamamlayıcı bir aktör konumuna getirmektedir. Yaptırımların kaldırılması kararında da olduğu gibi, Suriye’ye yönelik Türkiye ve ABD tarafından atılan her belirleyici adımdan sonra, AB için tek seçenek ABD’nin arkasındaki vagonlardan birine atlayıp treni kaçırmadan kendisine kalan alanlarda Suriye sahasına nüfuz etmek olarak kalıyor. Bu da AB’nin “more for more” gibi büyük bir kibirle uyguladığı asimetrik yaklaşımların Türkiye’nin aktif koruması sayesinde baypas edilebildiğini göstermektedir.


#Suriye
#Şam
#Avrupa