Refah seviyesi yüksek ülkelerde sosyal ve ekonomik eşitsizliğin artması ve gelişmiş ekonomilerin bel kemiği olan orta sınıfın küçülmesi, sosyal devlet tartışmalarını alevlendiriyor. Küresel anlamda hoyratça yok edilen doğal kaynaklar bir taraftan göç ve yoksulluğu artırırken, fikir üstünlüğünü elinde bulunduran sermaye ve çıkar odakları demokratik süreçlerin yozlaşmasına ve siyasi istikrarsızlığın artmasına zemin hazırlıyor. Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde devam eden ekonomik sorunlar pandeminin de etkisiyle derinleşince ‘sosyal devlet’ tartışmaları yeniden derinlik kazandı. Sosyal adaletsizlik ile mücadele edilmediği sürece toplumsal refahın kalıcı olması zor gözüküyor.
Batı ekonomileri ile ilgili sosyo-politik bir kategorizasyon yapmak gerekirse ülkeler, ‘sosyal piyasa ekonomisi’ ile ‘liberal piyasa ekonomisi’ olarak iki kategoride değerlendirilebilir. Liberal model içerisinde Birleşik Krallık, ABD gibi Anglosakson ve doğu Avrupa ülkeleri bulunurken, Almanya ve Fransa gibi Kıta-Avrupa ülkeleri ile İskandinav ülkeleri sosyal devlet modelini yansıtmakta. Her ne kadar AB, özellikle Almanya’nın baskısı ile Lizbon Anlaşması’nda ortak ekonomik hedefini ‘rekabetçi sosyal piyasa ekonomisi’ olarak belirlemiş olsa da, doğu ile batı Avrupa arasındaki refah ve gelişmişlik düzeyindeki farklılıklar bu hedefe ulaşmayı ve refahın adil dağılımını zorlaştırıyor.
Sosyal piyasa ekonomisinin (Ordoliberalizm) temelleri Freiburg Okulu’nun ekonomik düzen teorisine dayalı olarak geliştirildi ve ‘minimal devlet’ (laissez-faire liberalizm) ile ‘sınırlı devlet’ (klasik liberalizm) anlayışına eleştiri olarak literatürde yerini aldı. İki uç olan planlı ekonomi ile liberal ekonomi arasında bir orta yol olarak da görülen sosyal piyasa ekonomisinin dört kurucusu Walter Eucken, Wilhelm Röpke, Ludwig Erhard ve Alfred Müller-Armack, birbirinden bağımsız olarak geliştirdikleri model ile savaş sonrası topluma ekonomik refah, siyasi özgürlük ve sosyal eşitlik kazandırmayı hedefledi.
Adenauer hükümetinde ekonomi Bakanı ve ‘Alman ekonomik mucizesi’ olarak tanımlanan dönemin mimarı iktisatçı Erhard sosyal piyasa ekonomisini 1949-1963 yılları arasında başarıyla uyguladı. Yeni model ile bir taraftan makroekonomik büyüme sağlanırken, toplumun geniş kesimlerinin refah artışından istifade etmesinin hukuksal temeli oluşturdu.
Son yıllarda Avrupa’da göç, yabancı düşmanlığı ve pandemi bağlantılı yaşanan sağlık krizi sosyoekonomik problemlerin ve artan sosyal adaletsizliğin göz ardı edilmesine yol açıyor. Oysa ki Friedrich Ebert Vakfı araştırmasına göre AB istatistiklerine yansıyan resmi yoksulluk oranlarına şüphe ile yaklaşılması gerekiyor. AB yoksulluk oranı, orta gelir grubu kazancının yüzde 60’ından daha az geliri olan vatandaşları kapsıyor. Bu hesaplamaya göre AB vatandaşlarının yaklaşık 140 milyonu (yüzde 28) yoksulluk sınırında yaşıyor (AB resmi rakamı 87 milyon). Avrupa ülkeleri içerisindeki farklılıklar da oldukça dikkat çekici. Bulgaristan ve Romanya gibi doğu Avrupa ülkelerinde yoksulluk oranı yüzde 25 civarında son derece yüksek seyrederken, Çek Cumhuriyeti’nde bu oran yüzde 10’un altına düşüyor. Öte yandan Almanya’da yoksulluk oranı yüzde 16,5 ile AB genelinin ( yüzde 17,3) az altında.
ABD, Çin ve Japonya’dan sonra dünyanın dördüncü büyük ekonomisi olan Almanya, İsveç, Finlandiya ve Lüksemburg’dan sonra orta sınıfın en hızlı küçüldüğü ve zengin ile fakir arasındaki makasın açıldığı Avrupa ülkesi. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) araştırmasına göre 1995 ile 2018 yılları arasında Almanya’nın orta sınıfı yüzde 6 küçülerek yüzde 64 oldu. Öte yandan alt gelir grubunda olan bir vatandaşın orta sınıfa yükselme ihtimali yüzde 10 oranında düşerek yüzde 30’lara geriledi. Covid-19’un oluşturduğu sağlık krizi ve artan işsizlik, yoksulluk riskini önümüzdeki yıllar için artırıyor.
Global kapitalizm ve sermayenin gücü arttıkça bir taraftan devlet gücünü kaybederken sermayenin siyaseti kontrol etme çabası da artıyor. 2007/2008 yılında yaşanan finansal krizin sonuçlarından olan “küresel sermayenin birkaç elde toplanması”, yoksul ile zengin arasındaki makasın açılmasını hızlandırdı. Önde gelen finans şirketleri, endüstri ve ihracat devi şirketler ekonomik gücü ile beraber siyasi nüfus alanını da artırarak ekonomi politikalarını dikte etme gücünü pekiştirdi. Siyasetin, ekonomi politikaları ve finans sistemi üzerinde kontrolü kaybetmesi temel demokratik süreçlerin, şeffaflığın, karar verme mekanizmalarının işleyiş dengesini bozuyor.
Gelişmiş toplumlarda güçlü bir orta sınıf, sağlam ekonominin ve müreffeh bir toplumun yapı taşı olarak görülürken, refahın sürekliliği için siyasi demokratikleşme kadar ekonomik demokratikleşmenin de önemine dikkat çekiliyor. Ekonomik demokratikleşme, iktisadi faaliyetlerde şeffaflık, hesap verilebilirlik ve öngörülebilirliği temin ederken, küresel ve bölgesel krizlerin vatandaşta yol açtığı güven bunalımının kolay aşılmasına olanak sunuyor.
Asgari ücret uygulaması, kayıt dışı ekonomi ile mücadele ve vergi adaleti, sosyal adaletin tesisinde kullanılan araçlardan sadece bazıları. AB Komisyonu verilerine göre AB çapında vergi kaçırma ve bilanço manipülasyonu ile yıllık 50 ile 70 milyar Avro arasında bir gelir kaybı yaşanıyor. Devletlerin kaybettiği vergi geliri; eğitim, sağlık, alt yapı gibi temel hizmet yatırımlarına dönüşebilecek iken şirketlerin kasasında kalıyor, orta ve uzun vadede dar gelirli vatandaşların hayat standardında düşüşe sebep oluyor.
Sosyal adaleti merkeze almayan ekonomik model, üretim ve inovasyonu teşvik etse dahi, kaynaklara erişimde adalet sağlanmadıkça, ekonomik büyüme toplumsal refah artışını beraberinde getirmiyor. Avrupa vatandaşları, insan-çevre ilişkisinin tartışıldığı ve doğa sömürüsünün sorgulandığı bu dönemde sosyal adaletten taviz verilerek elde edilen ekonomik büyüme ile yetinmek ve mevcut refah seviyesini kaybetmek istemiyor.