
İmam Gazali Kalbin Sırları adlı eserinde “Kalp bir kale gibidir. Şeytan onu ele geçirmek için her an fırsat kollamaktadır. Onun oraya girmesini engellemek için her an uyanık bulunmak, onun giriş yerlerini kapatmak veya oralarda nöbetçi bulundurmak gerekir. Kaleyi iyi tanımayanlar bu işi yapamaz. Bu görev her Müslüman için farzdır.” diyor.
MANEVİYATIN MERKEZİ
Gazali’ye göre kalp, iki şekilde vücut bulmaktadır. Birincisi bir uzuv olarak et parçası iken; ikincisi insan ruhunun şeytaniyyât (kötülük emeli) ve rabbaniyyât (iyilik emeli) arasındaki dengeyi sağlamakta görevli üsttür. Dolayısıyla insandaki maneviyatın merkezi terimi olarak kalp, içerisinde her ne hâsıl olursa bunu dışarıya sızdıran bir yapıdadır. Bu sebeple kendini anlamaya ve tanımaya çalışan insan, önce kalbi hisleri ve yönelimlerindeki incelikleri ihtimam ile gözlemleyerek hareket etmelidir. Gazali’ye göre insan duyarlılığının merkezi kabul edilen kalp, birçok temel güdü ve eğilimi yapısında barındırmaktadır.
Bir diğer İslam alimi Haris el Muhasibi de insan kişiliğinin kalp, akıl ve nefsten oluştuğunu; kalbin merkezde olup karar ve uygulama merkezi görevi üstlendiğini belirtmektedir. İnsanın, nefsi ile kötüye eğilimlerini dizginleyen ve insanı düşünmeye sevk eden akıl ile nefsi arasında en son kararı veren kalptir. Kalp tabiri caizse kararın ve seçimin kalbidir.
Biliyoruz ki İslam’da Müslüman olmanın şartı “dil ile ikrar ve kalp ile tasdik”ten gelmektedir. Dil ile kelime-i şehadeti getirip, kalp ile dille ifade edileni tasdik etmek gerekmektedir. Velhasıl; kalp, dinimiz başta olmak üzere ilmî eksende de önem arz eden ve insanı tanımlama, anlama ve okumada mühim görevleri olduğunu bildiğimiz bir olgu…
İKİNCİ BASAMAKTA TÖKEZLİYORUZ
Mübarek Ramazan ayında şu soruyu sormak yerinde diye düşünüyorum: Kalp oruç tutar mı? Cevap olarak “tutar” diyerek, konuyu bildiğimiz minvalde yanıtlamaya çalışsak da gerçek anlamda söylediğimizi icra etmekte zorlanabiliyoruz. Evet, kalp de oruç tutar. Ancak biz tutturabiliyor muyuz? Asıl mesele burada yatıyor. Ramazan ayında yeme ve içmeden kesilme ve midemizi dinlendirmeyi, farz olan bir ibadet ve dinî vecibe olarak yerine getiriyoruz. Nefsi terbiye etme açısından bu ilk basamağı başarı ile tamamlamada bir problem yok. Ancak diğer basamağı çıkarken biraz tökezliyor olabilir miyiz?
Mesela gözümüzü ve kulağımızı haramdan sakınma, dilimizi gereksiz olduğu halde hoş olmayan ibareler ile meşgul etme hatta gıybet, yalan, dedikodu iftira vb. kötü eylemlere maruz bırakmak gibi davranışlarımızı dizginlemede bu mübarek ayda ne kadar başarılıyız? Kendimize bu soruları sormamız gerekiyor. Kalp bir öncü olarak bu eylemleri yapıp yapmama noktasında karar verirken, bizler ona oruç tuttuğunu hatırlatabiliyor muyuz?
ÖTE DÜNYANIN KANIMIZA İŞLEYEN ELÇİSİ
Kıymetli şair ve yazar Sezai Karakoç, Ramazan ayına ve oruca dair düşünmeye sevk eden bir anlatımda bulunuyor; “Bizi kendi açısından soyuta ve somuta çekmek üzere kutlu oruç ayı… İnsanı kaburgasından başlayarak kalbinden, kafasından ve ruhundan yakalamak üzere. Ruhumuzun içindeki sırrı, metafizik bir tohum gibi büyütüp ağaçlaştıracak ve bize bir ay geçmeden Kadir gecesinde yemişinden tattıracak olan oruç. Olağana ve nisbîye fazla batmış olan insanı olağanüstü ve mutlak olanda yeniden göz göze, yüz yüze getirecek olan tecrübe. İlâhî tecrübe… Öte dünyanın kanımıza işleyen elçisi. Oruç ayı, aylar içinde Diriliş ayıdır. Geceyle gündüze, birbirlerine geçme, yol açma ve yol verme, yaklaşma ve kaynaşma güvenini bağışlayan kutlu zaman parçası. Namazın başka biçime girişi, haccın başka türlüsü, kelime-i şehadetin nimetlere rahmânî zincir vuranı. İnsanı sakil dünya zincirlerinden kurtarıp özgür kılan ulvî ağ…”
Vesselam…