Yeterli tecrübeniz yoksa, yaşanılan her şey sanki ilk kez oluyormuş gibi gelir. Tecrübe var ama yeterli değilse de muhtemelen “Dejavu” der geçersiniz. Son günlerde, tanıdık bir şeyler yaşıyoruz. Sanki spontane gelişmiş gibi sunulan birtakım hadiseler, aslında aynı tespihin taneleri... Milletin seçimlerine karşı yıllardır yaptıkları onlarca illegal atakta başarılı olamayanlar, galiba bugün yeni bir şey deniyorlar.
Kim bilir, belki de toplumu, normalde kabul etmeyeceği bir seçeneği onaylamaya, ses çıkarmamaya hazırlıyorlar. Tıpkı, “olgunlaşmasını bekleyerek” toplumu 12 Eylül darbesine hazırladıkları gibi. Tıpkı Sincan’da yürüyen tanklarla, medyadaki tehdit manşetleriyle, Müslüm Gündüz/Aczmendi tiyatrosuyla ve bitip tükenmeyen “türban” tartışmalarıyla toplumun 28 Şubat bildirisine hazırlandığı gibi.
Vesayet yapılarının medya, asker, bürokrasi, yargı vs. gibi tüm bileşenleriyle kurguladığı demokrasi dışı müdahalelerin ana teması, genellikle “laiklik elden gidiyor” olurdu. Şimdi ise yeni bir tema bulmuşlar: Adalet elden gidiyor.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın devam eden davasıyla ilgili olarak yargıyı açık açık tehdit etmesi ve bağlı bulunduğu parti liderinin buna arka çıkması; kara para aklama iddiası ile açılmış bir dava ile ilgili yüksek perdeden verilen ve başka davalarda görmediğimiz ölçüde şiddetli tepki ve yorumlar; muhalefet için neden bu kadar önemli olduğunu henüz idrak edemediğimiz Osman Kavala’nın her fırsatta Türkiye’nin önüne bir adalet kriteri olarak sunulması; muhalefet liderinin yeni anayasa için AİHM kararlarına uymayı şart koşması tesadüf değildir. Neredeyse her yargı kararını, Türkiye’de yargının bittiği teziyle pazarlamanın; toplumu, bazen örtülü bazen de açıkça, yargı kararlarını tanımamaya çağırmanın; yargıyı, aktörlerini veya kurumlarını sürekli olarak bir tartışma gündeminin odağına yerleştirerek toplumsal tepkiyi üst seviyede tutmanın toplumu adalet üzerinden bir kırılmaya hazırlamak için yapıldığını düşünmek için, haklı sebeplerimiz ve yeterli tecrübemiz var.
Bunu bir ölçüde “seçimin ve demokrasinin doğal rekabeti” içinde değerlendirebilirdik, eğer demokrasiye sayısız kez kılıç çekmeselerdi. Altında bir bit yeniği aramayabilirdik, eğer 8 yıl önce yürürlükten kaldırılmış bir yemin metnini bulup ezberleyip, tören coşkusu maskesiyle, seçilmiş iktidara ayar mahiyetinde kılıç çekerek okumasında sakınca görmeyip “Ne var canım bunda” diyerek alkış tutmasalardı. Tüm bu olan bitenlerden bir mana çıkarmayabilirdik, tarihimizde birden fazla darbe/darbe girişimi yaşamasaydık, yüzyıllık partinin bu süreçlerin hepsine nasıl payanda olduğunu bilmeseydik. Samimiyetlerine inanabilirdik, millet meydanlarda demokrasi mücadelesi verirken ana muhalefet lideri televizyon başında çay içip darbe izlemiş olmasaydı.
Her siyasi görüşün bir jargonu vardır, bunu siyasetle uğraşan herkes bilir. Birinin kullandığı bazı kelimeleri ötekiler zinhar kullanmaz. Dolayısıyla lafın sahibinin kim olduğunu o ifadeden anlarsınız. Kimse kusura bakmasın, son günlerde yaşanan olaylara baktığımızda, işin sahibini de ne yapmak istediğini de görüyoruz. Biliyoruz, ilk kez değil, dejavu da değil. En hafif tabiriyle “Örgütlü Dejavu” diyebiliriz.
Kendilerince ülkeyi bir kırılmaya hazırlıyorlar. Hedefleri basit bir iktidar değişikliğinin çok ötesinde, 28 Şubat’taki gibi 1000 yıllık bir hedefleri var. Ve buna öyle bir zemin hazırlamak istiyorlar ki demokratik olmayabilecek bir değişim bile bu zeminin üstünde meşru görünebilsin. 27 Mayısları, 12 Eylülleri bize aynı yöntemle, “ama ülke elden gidiyordu, başka yol kalmamıştı”larla meşrulaştırmamışlar mıydı?
Elbette ki tüm bileşenleri birbiriyle irtibatlı veya iletişim halinde olmayabilir. Bir masa etrafında toplanılıp bu kadar açık bir strateji belirlenmemiş olabilir. Perde arkasındaki küresel akıl, 28 Şubat’ta araya medyayı, 17-25 ve 15 Temmuz’da araya FETÖ’yü koymuştu. Şimdi de aynı vesayet aklı, “menfaat birliği” diyebileceğimiz görünmez bir el yordamıyla eskinin tüm bileşenlerini yeniden bir araya getiriyor.
Yerel seçimlerde elde ettikleri kısmi başarı ve yaşanan bir takım ekonomik sıkıntıların varlığıyla eline bir fırsat geçtiğini düşünen muhalefet, ne yazık ki bu kervana yine sorgusuz sualsiz, bilinçli veya bilinçsiz katılmış. Tıpkı 27 Mayıs’a giden süreçte olduğu gibi, yine vitrindeki rolünü üstlenmiş görünüyor. Hafta sonu gerçekleşen tüzük kongresinde “İktidarı 4 yıl daha bekleyecek sabrımız yoktur.” sözünü de rahatlıkla bu süreç içinde değerlendirebiliriz.
Adaletin tema olarak belirlenmesi boşuna değil. 6’lı masadan bir Cumhurbaşkanı çıkaramayanlar, son günlerde görülen olumlu sinyallere bakarak ekonominin seçim kazandırmaya yetmeyeceği kaygısına düşmüş olsa gerek. Göç provokasyonları da bekledikleri huzursuzluğu oluşturmadı. Daha güçlü, daha sansasyonel bir konuya ihtiyaçları vardı. Laiklikle darbe çığırtkanlığının modası zaten geçti, bunu görüyorlar. Onun için yeni kırılma alanı olarak kendilerine “Adalet”i belirlemiş görünüyorlar. Elbette eski sevdaları “Laiklik elden gidiyor”u da ihmal etmediler. Kılıç çekme eylemiyle onu da gündemin bir yerine tutturdular.
Hülasa, işin özeti şudur: 17-25, 15 Temmuz, 6’lı masa, 6 Şubat Depremi... Hiçbirinden iktidar postu çıkaramayanlar yerel seçimlerde elde ettikleri kazanımları, ellerinde popülerliği yüksek 2 veya 3 Cumhurbaşkanı adayı olmasını son bir şans olarak görüyorlar. Bu şerait, iştahlarını kabartıyor ve kiminle aynı çizgide olduklarına, nereye hasar verdiklerine pek aldırmıyorlar.
Tabii sürekli olarak karşı tarafı tartışıp eleştirirken, kendimize de dönüp bakmamız lazım. Adalet sahasında birtakım sorunlar yaşadığımız aşikâr. Bunlar bazen bir dava özelinde, bazen de farklı davaların hükümleri arasındaki dengesizliklerle, bazen de hukuki olarak haklı olduğumuz halde anlatmayı başaramadıklarımızla ortaya çıkıyor. Öncelikle şu noktanın farkında olmamız lazım: Artık insanlar, her konuda daha fazla ve hızlı bilgiye sahip oluyor. Bir suç, işlendiği anda gündeme düşüyor; dava, daha kovuşturma aşamasında izlenmeye başlıyor; davanın hâkimi kim, savcısı kim, mahkemede neler oldu, hangi hâkim-savcı nereye atandı, neredeyse anlık olarak izlenebiliyor. Sorun şu ki, bu bilgi akışını kamu tarafı iyi yönetemiyor. Davayı izleyenler cep telefonlarından veya gazeteciler, kendi yayın kuruluşunun meşrebince, bilgiyi oluşturup paylaşıyor.
Sadece dezenformasyon üreten yapılar da cabası. Öyle ki, bazen suç işlendiği anda bir kişi sanık sandalyesine oturtuluyor, daha dava görülmeden sosyal medyada hükmü veriliyor. Haliyle mahkeme kararıyla sosyal medya hükmü uyuşmayınca, toplum nezdinde hoşnutsuzluk veya kafa karışıklığı oluşuyor. Sonra da bu algıyı istedikleri gibi yönetiyorlar. Dolayısıyla, kamu idaresinin burada bir adım öne çıkması, iletişim anlamında daha doğru ve doyurucu bilgiyi daha hızlı şekilde ve anlaşılır bir dille paylaşabilmesi, dolayısıyla “adaletin iletişimi”ni etkili bir biçimde yönetebilmesi lazım.
Bütün bunlar bir yana, demokratik seçimle gelmiş hiçbir iktidarın hiçbir eksiği, yanlışı veya hatası, demokrasi dışı organizasyonları, demokrasinin manipüle edilmesini haklı göstermez. Artık yeter. Lütfen artık hiç kimse bizi “bir şeyler”e hazırlamasın. Lütfen artık kimse bize “tavşana bak” oynamasın.
Tecrübeliyiz. Yaşananları daha önce yaşadık. Toplumu korkutarak, paniğe sevk ederek, manşetlere ve TT listelerine saldırarak, örgütlü dejavularla eski yaşanmışlıkları tekrar yaşatmaya çalıştıklarını biliyoruz. Ama onlar da şunu bilsinler: Milletimiz, tarihimizin en büyük demokrasi müdafaasına hazırdır.
Ve biz… Millet iradesinin vesayetin oyuncağı olmasına bir itiraz olarak ortaya çıkmış bu hareket, bugün de bu asli görevinin bilincindedir. Gardımız düşmüş değil. Pes etmiş, motivasyonumuz bitmiş, mahcup veya boynu bükük değiliz. Sorumluluğumuzun farkındayız.
Dünden daha tecrübeliyiz…
Ve her bedele, dün olduğundan daha hazırız.