Son yirmi yıl içinde dünyada siyaset dili oldukça değişti. Artık dünyadaki tüm bela ve musibetlerin kaynağı “popülizm” ve popülist siyasetçiler. Buna rağmen itham edilen siyasetçilerin iktidara doğru hızla ilerlemeleri bir şeylerin ters okunduğunun işareti gibi. Hele Türkiye özelinde, bu konuda yazılıp çizilenler ezberden ibaret.
Yeniden İstanbul Büyükşehir Başkanı seçilen ve 2028 seçimlerinde müstakbel Cumhurbaşkanı adayı olarak görülen Ekrem İmamoğlu, The Economist dergisinde çıkan yazısında, zaferini popülizme karşı bir galibiyet ve “demokrasideki erozyonun sonu” olarak tarif ettikten hemen sonra, mülteci karşıtı popülist söylemine geri döndü. Tutarsız bir siyasetçi olarak, bir gün Afrikalı bir göçmen çocukla mutluluk pozu verirken ertesi gün göçmenlerin topluma huzursuzluk verdiğinden dem vurabilmektedir. Hakeza partisi CHP, bir yandan AB temsilcileriyle “mültecilerin uyumu” ile ilgili işbirliklerine imza atarken partinin resmi medya hesapları, Kayseri’de yükselen mülteci karşıtı linç ve yağmayı körüklemekte, Atatürk’e ait bile olmayan “Fazla merhamet, vatana ihanettir” tarzı sözlerle vahşet çağrılarını yaymakta beis görmemektedirler. Bu sürgit ikiyüzlülük, bahsi geçen yazının Batılı mahfillere şirin görünmek amacıyla yazılmış, boşboğazlıktan ibaret bir yazı olduğunu gösteriyor.
Gerek Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yeni sağ partilerin kayda değer bir çoğunluğa ulaşması gerekse ülkemizde, güya popülizm ve otoriterlik karşıtı diye parlatılan muhalif partilerin popülizm yaparak yol alması popülizmin tarihi serüvenine yeniden bakmayı gerekli kılıyor.
Popülizm kelimesi, siyaset lügatinde, “seçkinler idaresine karşı halkın yanında olmak ve halkın arzusu doğrultusunda siyaset üretmek” şeklinde izah edilebilirken sonradan anlam kaymasına uğramıştır. Aydınlanma kadar eskidir aslında…
Fransız ihtilaline giden yolu açan, aydınların halkın egemenliğini mutlaklaştırmasıydı. Mülk sahibi şehirli erkekler olarak varsayılan halk tanımı köylüler, işçiler ve kadınlarla daha da genişledi. Batıda ilk popülist parti “Halkın Partisi” adıyla ABD’de kurulmuştur. Ondan biraz önce ise Çarlık Rusya’sında Narodnichestevo hareketini görüyoruz. Odakları, şehirleşmemiş taşra insanları. İlkini Demokratlar, ikincisini Bolşevikler yutuyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrası, popülizmi faşist hareketlerin temel karakteri olarak görüyoruz; İspanya, İtalya, Almanya. Hepsinde de halk tahtın gerçek varisi olarak anılıyor. Fakat liberal ve sosyalist örneklerde olduğu gibi idareye hâkim olunca faşist yapılar seçkinci bir yapıya dönüşüyorlar. Hiç kimsenin kararları ayaktakımına bırakmak gibi bir niyeti yok aslında…
Popülistlere göre saflığını yitirmemiş halkın, gerçek temsilcisi olmaya tek layık kesim köylülerdir. İlk kurulan siyasi partimize “Halk Fırkası” denilmesi, yine altı kurucu ilkeden birinin “Halkçılık” olması ve aynı dönemlerde üretilen “Köylü milletin efendisidir.” vecizesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Popülizm kavramının doğranıp, budanıp özelleştirilmesi dikkate değerdir. Bugün popülizm dendiğinde; kâh görünmez küresel komplolara ve kâh ülkeyi işgal ettiği söylenen “insanlık dışı, canavar” yabancılara karşı vatandaşları gaza getirmek suretiyle iktidarı hedefleyen ırkçı sağ partiler akla geliyor.
Lafta demokrasilerin en büyük düşmanı popülizmdir. Oysa gerek anlam gerek tarihi süreç gerekse ortaya konuş şekilleri bakımından birbirlerine yakın, iç içe kavramlar. Hatta demokrasinin öncüsünün popülizm olduğu bile söylenebilir.
Batı’da faşizm belası def edildikten sonra temsili demokrasi, sosyalist ülkeler dışında tüm dünyaya yayılır, 1990'larda sosyalist ülkelerin yıkılışıyla da zaferini ilan eder. Yön verdiği propagandaya göre vatan, millet, din, sınıf ayrımları insanları ötekileştirici kavramlar olduklarından zararlıdırlar; özgürlükçü demokratik söylemlere göre törpülenmelidirler. “Hiçbir aidiyet, özgürlükçü ve ilerici dünya vatandaşlığı kadar değerli değildir.”
Bu bağlamda, halk iradesini yansıtan yürütmeyi yasama, yargı ve basın yoluyla denetim altında tutacak bir formül geliştirilir. Yine de demokratik sistemde meşru siyaset yapan partilerin halktan oy alabilmek için popülizm yapmaları engellenemez. Medya, bırakın kontrolü popülizmin en önemli aracı olur. Batı’yı taklit eden ülkelerde de durum farklı gelişmez.
Popülizm, kolaylıkla otoriterliğe ve azınlık idaresine kayabilir ve buna halkın kendisi, istemeden de olsa yol açabilir. Nazi ve Bolşevik örnekleri ortadadır. Bizdeki ilk serüveni CHP diktatörlüğüyle son bulmuştur. Demokrasinin işlerlik kazandığı dönemde de siyasi aktörlerin önemli bir kısmının oy isterken halkçı ve popülist, yönetirken devletçi ve elitist olduğu gerçeğiyle de sık sık karşılaştık.
Bir başka önemli nokta ise; siyasette “imkânsız arzu” denen, her türlü hak ve hukuku çiğneyerek elde edilebilecek arzuların ciddi kontrol altında tutulması gerçeğidir. Halkın çoğunluğu, belli bir azınlığın yok edilmesini isteyebilir veya insanlık tarihi boyunca gayrı meşru sayılmış bir fiilin meşrulaştırılmasını dayatabilir. Bu nedenle hukuk devleti, temsili demokrasi ve kuvvetler ayrılığı gibi araçlar geliştirilmiştir.
Popülizm ilk zamanlar anarşist ve sosyalist hareketlerin, peşi sıra faşist hareketlerin uhdesindeydi. Demokrasi çağında ise hem sağ hem de sol partilerin sıkıştıkça kullandığı bir araç. Bir siyasi hareketin veya bir siyasi liderin halkının refahını, mutluluğunu ve güvenliğini ilk sıraya koyarak siyaset yapması gayrimeşru değildir. Yapay sağ-sol kavramlarının zihinlerimize ekildiği ilk dönemlerde yaşadığımıza benzer bir durumu tecrübe ediyoruz.
Ülkenin kendine “çağdaş” diyen seküler kesimi; nasıl ki onlarca yıl açıkça sergilediği ırkçılık ve baskıcılığa rağmen ilericiliği sahiplenip rakiplerini “gerici” ilan ettiyse benzer şekilde bugün; Batı’yı arkasına almanın kendisinin ilerici demokrat sayılmasına yeteceğini düşünüp dindar ve milliyetçi muhafazakârları popülist ve otoriterlik yanlısı olarak göstermeye çabalamaktadır. Oysa kantara vurulduğunda, liberal Batıcılığı ve popülizm karşıtlığını temsil ettiğini söyleyen muhalefetimizin mevcut popülizm kriterlerini tam olarak karşıladığı görülecektir.