İsrail’in Gazze’ye yönelik katliam politikaları 3 aydır devam ediyor. Aksa Tufanı Harekâtı ile ciddi bir hezimet yaşayan İsrail, bu hezimeti 80 gündür Gazze’yi hiçbir hedef gözetmeksizin bombalayarak örtmeye çalışıyor. İsrail katliamları ve dezenformasyonu artık Batı basınında bile üstü örtülemeyecek kadar aşikâr olsa da ABD’den ve Avrupa başkentlerinden İsrail’e gelen destekte ciddi bir azalma da gözlenmemekte. Dolayısıyla Netanyahu önderliğindeki aşırı sağ koalisyonun Siyonist ve mesiyanik bir yaklaşımla yaptığı katliamlar, savaş suçları ve soykırım girişiminden ne düzeyde hesap sorulup sorulamayacağı önemli bir tartışma konusu olarak ortaya çıkmaktadır.
Birçok kez savaşmış iki hasım ülke olarak Netanyahu hükümetinin yönettiği İsrail ve Esed rejiminin başında olduğu Suriye, savaş suçları ve katliamlar noktasında oldukça benzer bir sicile sahiptir. Bu doğrultuda siviller üzerinde kullanılan acımasız savaş taktikleri, sivil halkla iç içe bir şekilde mücadele eden Suriyeli muhalifler ve Hamas’ın sivil halkla bağını koparmak ve savaşma iradesini kırmak amacıyla sıkça kullanılmıştır. Bu yüzden de İsrail’in Gazze’deki katliamları ile 12 yıllık Suriye iç savaşındaki rejim katliamları arasındaki benzerlikler karşılıklı olarak incelenmeyi hak etmektedir.
Savaş sırasında sivilleri hedef alma, havadan bombardıman ve katliamların ana amacı savaş sahasını, şehirleri ve bölgeleri insansızlaştırmaktır. Suriye örneğinde Esed rejimi, iç savaşın başladığı Mart 2011 itibari ile tamamen kontrolünü kaybettiği Sünni halkı Suriye’den sürerek toprağı kontrol etmeyi amaçlamıştır. Bu doğrultuda Hama, Humus, Şam’ın kenar mahalleleri, Dera ve Halep gibi yerleşim yerleri varil bombaları ile bombalanmış, kimyasal silahlar ve işkence yöntemleriyle de halk, korku aşılanarak göçe zorlanmıştır. Tıpkı Esed rejimi gibi İsrail de 7 Ekim’de yaşadığı hezimet sonrası Filistinlilere karşı sistematik bir göç politikasını katliamlarla uygulayarak Gazze’yi insansızlaştırmaya çalışmaktadır. Bu amaçla şehirlerin havadan bombalanması, hastanelerin hedef alınması ve ablukanın yanı sıra yasaklı fosfor bombalarının da kullanıldığı kanıtlanmıştır. Esed rejiminin kullandığı, helikopterden atılan, ilkel ancak ölümcül etkisi yüksek varil bombalarının yerini Netanyahu yönetimi için üstün teknolojili savaş uçakları ve güdümsüz Amerikan mühimmatlarının aldığını da vurgulamak gerekmektedir. Kullanılan mühimmatlar farklılık gösterse de niyetin aynı olduğu görülmektedir.
Tüm bunlar sonucunda İsrail, 2,2 milyon nüfusu olduğu tahmin edilen Gazze’den güneye ve Mısır sınırına doğru 1,5 milyon sivilin göç ettirilmesine sebep olmuştur. Benzer şekilde, 12 yıllık iç savaş sonucunda Suriye’de de 13 milyon sivil yerinden edilmiş, 7 milyona yakını ise mülteci konumuna düşmüştü.
Suriye’de çatışmaların durma noktasına geldiği pandemi döneminde veya geçtiğimiz yıl ülkemizi derinden etkileyen ve Suriye’de muhalif bölgelerde de can kayıplarına sebep olan Hatay depremi sürecinde bile insani yardımların ulaştırılması için herhangi bir baskı olmaması, İsrail’in Gazze’de insani yardımları bir koz olarak kullanmasına benzer bir örneklik oluşturuyor. Esed rejiminin 12 yıl içerisinde abluka altında tuttuğu Doğu Guta veya Halep gibi yoğun nüfus barındıran bölgelerde hem BM yardımlarının hem uluslararası insani yardım kuruluşlarının bölgeye erişimini zorlaştırması, yardımlara el koyması ve hatta insani yardımları kendi yanında savaşan milis gruplarına aktarması gibi durumlar, Suriye iç savaşını yakından takip edenler için şaşırtıcı değildi. Hatta son iki yılda Rusya, BM insani yardımlarının Türkiye sınırından ulaştırılmasını sağlayan yardım misyonunun görev süresini bir pazarlık kozu olarak kullanmış ve BMGK oylamasında veto ederek yardımların Esed rejimi üzerinden yapılmasını zorunlu kılmıştır.
Tıpkı Esed rejimi ve Suriye sahasında yaşananlar gibi Netanyahu hükümeti ve İsrail ordusu da abluka altında tuttuğu ve havadan yoğun bombardımana tabi tuttuğu Gazze şeridinin kuzeyine insani yardımların geçişine izin vermemekte. Öyle ki gelen insani yardımlar Gazze şeridine geçişlerin yapıldığı Refah sınır kapısında yığılmış olsa da İsrail bu yardımların geçişini esir takası ve ateşkes müzakerelerinde bir koz olarak kullanmaya devam etmektedir. Kasım ayındaki 7 günlük insani arada da bölgeye girecek yardım miktarı müzakere konusu olmuştu. İnsani ara öncesinde 49 gün boyunca Gazze’nin kuzeyine yardım tırlarının girmesine İsrail tarafından izin verilmemiş, yalnızca yakıt girişinin engellenmesiyle birlikte bile hastaneler devre dışı kalarak makineye bağlı hastalar ve bebeklerin ölümüne bilinçli bir şekilde sebep olunmuştu.
Bir diğer benzerlik ise ablukaya alınan şehirlerde bir güvenli tahliye yolu ilan edildiği halde bu yoldan geçen sivillerin hedef alınmasıdır. Aralık 2016’da rejim kontrolüne geçen Halep’in kuşatılması ve abluka sırasında Rusya ve İran destekli Esed rejimi bir güvenli tahliye yolu ilan etmiş ancak bu tahliye konvoyları hava saldırılarıyla sıkça hedef alınmıştı. İsrail’in Gazze’nin kuzeyindeki abluka sırasında tahliye yolu olarak ilan ettiği Selahattin yolunda, güneye doğru ilerleyen sivilleri hedef alması da tahliye yollarının benzer bir taktikle kullanılmasıyla katliamların sürdürüldüğüne bir işarettir.
Dolayısıyla Netanyahu ve Esed’in katliam politikalarında ciddi bir benzerlik görülmektedir. Orta Doğu’da Müslüman Sünni çoğunluğun ortasında var olan Siyonist İsrail rejimi ile Sünni nüfusuna karşılık Suriye’yi yaklaşık 50 yıldır Nusayri azınlığa dayanarak yöneten Baascı Esed rejiminin bu katliam politikaları ise bir hayatta kalma stratejisi olarak kendileri için anlam kazanmaktadır.
Kısacası İsrail’in 80 gündür Gazze’de yaptığı katliamlar ve işlediği savaş suçları, İsrail’in 75 yıllık sistematik zulümlerinin son perdesi olsa da 12 yıldır Esed rejiminin Suriyeli sivillere yönelik katliamla-rından pek farkı bulunmuyor. Zaten meselenin hangi zalimin hangi zalime ilham olduğundan ziyade yöntemlerin benzerliği olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.
Son olarak, her ne kadar İsrail ve Netanyahu’nun işlediği savaş suçları apaçık kanıtlarla sabit olsa ve bu konuda birtakım girişimler başlamış olsa da bunlardan sonuç alınması maalesef pek de mümkün görünmemektedir. Yalnızca Rusya ve İran tarafından desteklenen, en azından ilk yıllarında söz düzeyinde bile olsa Batının karşı olduğu Esed rejiminin işlediği savaş suçlarının 12 yıldır hesabının sorulmaması da başta ABD olmak üzere Batılı başkentler tarafından göz yumulan ve desteklenen katliamlar sonrası Netanyahu’nun ve diğer savaş suçlularının yargılanma ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu göstermektedir.
Tüm bunlar sonucunda Netanyahu’nun kurulacak muhtemel bir ateşkes ve uzun vadedeki barış masasında hiçbir yeri olmadığını görmek gerekiyor. Suriye’de ateşkes masasına Esed rejimini oturtmanın imkansızlığı ve siyasi çözüme yanaşmayan tavırları düşünüldüğünde Esed rejimi ile normalleşmek, sayısız savaş suçlarına karışmış rejimin bu suçlarının yanına kâr kalması anlamına gelecektir. Tıpkı bunun gibi İsrail’de de Netanyahu hükümeti, aşırı sağcı koalisyon ortakları ve savaş suçlarına karışan görevlilerin barış masasına oturacak bir makuliyete sahip olmadığı ve gelecekte de olmayacağı görülmelidir. Bunun en büyük sebebinin ise iki rejimin de sistematik olarak uyguladığı ve başta BM olmak üzere uluslararası kurumların ve dış aktörlerin engelleyemediği ve hesap soramadığı savaş suçları olduğu açık. Tüm bu sebeplerle üzülerek belirtmek gerekirse Gazze’de Filistinliler, Suriye’deki sivillerle aynı kaderi paylaşmaya devam ediyorlar.