Sinemanın halk tarafından ilgi görmesi ve çok pratik bir şekilde filmlerin çoğaltılarak geniş kesimlere ulaştırılması sinemayı bir propaganda aracına da dönüştürdü. Devletler, halkların kanaatlerini belirleme amacıyla sinemayı bir araç olarak kullanmaktan geri durmadı. Hitler ve Mussolini dönemlerinde Almanya ile İtalya’da, Ekim devriminin ardından Rusya’da ve özellikle Hollywood sinemasında propaganda amacıyla çok sayıda film çekildi.
Türkiye’de ise durum biraz farklı gelişti. Osmanlı ile arasına mesafe koyan Cumhuriyet elitleri bir yandan geçmişten kopuşu hızlandırmak diğer yandan yeni dönemin Batılılaşma hedeflerinin toplum tarafından benimsenmesine katkı sağlamak amacıyla sanatı bir propaganda aracına dönüştürdü. İlk dönem romanlarında, tiyatro oyunlarında bunun örnekleri görülmekte. Geride bırakılan kültür ve bu kültürü temsil ettiği varsayılan dergah, siyah çarşaf, takke, tesbih, başörtüsü gibi göstergeler olumsuz ve düşük imajlar şeklinde sunuldu. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Nişantaşı’na taşındıklarını anlatan Orhan Pamuk, semtlerinden görülen mimari dönüşümün aslında geçmişin izlerini silme çabası olduğunu aktarır:
“Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: Tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi.
Batılılaşma rüzgarını arkasına alan kesimler tarafından kötü anıları çağrıştırdığı gerekçesiyle biliçaltı temizliğine girişildiği dönemlerde Türk sineması da etkin bir rol oynadı. Geleneği çağrıştıran dini göstergeler büyük oranda paranteze alındı. Birkaç istisna dışında, Türk sinemacıların entelektüel kapasitesi düşünce, sanat ve felsefe alanındaki birikimin güncel bir formunu inşa etmeye yeterli olmadığı gibi, gelenekten haberdar olduklarını söylemek de imkan dahilinde değildi. Fakat tanımadıkları, hakkında ciddi tek bir fikre sahip olmadıkları büyük bir medeniyeti değersizleştirme konusunda oldukça istekli davrandılar. Claude Levi Strauss, Batılılaşmaya çalışan Batı-dışı toplumlara dair ilginç bir gözlemini aktarır:
“Az gelişmiş” ülkelerin uluslararası oturumlarda kınadıkları, diğer ülkelerin onları Batılılaştırmaları değil, tam tersine onlara Batılılaşma olanaklarını hemen sağlamamış olmalarıdır.”
Batı karşısında kompleksli tavra bürünen aydınların durumu da buna benzemektedir. ‘Çağdaş’ olamamanın hıncıyla geçmişle hesaplaşma yarışına girdiler. Oysa, Batı dışı toplumların içinde bulunduğu kaotik durumun faturasını kendi kültürüne kesip, Batı’nın kolonyalist politikalarını göz ardı etmesini sağlayan bakış açısı da Batı’ya aitti. Ancak bu söylem o kadar çok tekrarlandı ki nihayetinde Batı dışı toplumlarda da kabullenildi. Daryush Shayegan, “Biz eserlerimiz karşısında tefekküre dalmışken Batı’nın küçük kurnazları dünyamızın yıkımını hazırlamışlardı.” der. Fakat, unutmamak gerekir ki bu yıkıma Batı dışı toplumlarda yaralı bilince sahip aydınlar da eşlik ettiler.
Geçmişi temsil eden değerleri hapsetmeye çalışan isimlerden biri de Umur Bugay’dır. Tiyatrocu olarak sanat dünyasına adım atan daha sonra senarist ve yapımcı olarak pek çok filmde imzası bulunan Bugay, dindar görünümlü karakterleri ahlak yoksunu kişiler olarak gösterdi.
Örneğin Postacı filminde, müezzin, misafirlikte kendisine ikram edilen kahveyi yudumlarken, evin sahibi olan yaşlı adama namuslu olmanın önemini anlatır; “Müminsen nefsine sadık olacak, harama el uzatmayacaksın.” O sırada cam silen evin kızına dönüp imalı bir şekilde, “Üşütmesin Sevtap bacımız” diye ekler. Oysa müezzinin gözü, Sevtap’tadır. Sevtap ile sevgilisi Adem’i ayırmak isteyen Müezzin, etrafa nefse hakim olmaktan bahsederken, misafir olduğu evin kızına göz diken, sevenleri ayırmaya çalışan, sözüne, ahlakına güvenilmeyen bir karakter şeklinde sunulur.
Duruşma filminde de eşiyle sorun yaşayan damat, derdine çare bulmak için yine dindar görünümlü birini ziyaret eder. Kafasında takke, elinde tesbih, sakallı hoca kılığındaki kişi, damada dua ederken öte yandan güçlenmesi için macun satmaktadır. Mahkemede bu olayı anlatan damat, macunların bir işe yaramayıp, bağırsaklarını bozduğunu, hoca kılığındaki kişinin aslında üfürükçü olduğunu söyler.
Rus Gelin filminde ise eşini kaybeden yaşlı adam hastalığıyla mücadele edip dindar bir yaşam sürmektedir. Eski pehlivan, vefat eden eşinin üzerine bir başkasıyla evlenmeyi de reddetmektedir. Filmde, pehlivanın dindar bir yaşam sürmesine geniş bir yer ayrılmış, namaz kıldığı sahnelere yer verilmiştir. Gün gelir, Rusya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan dünya şampiyonu okçu kadının formalite evliliğiyle Türkiye vatandaşlığına geçmesi gündeme gelir. Damat adayı olarak seçilen dindar adam karşısında fit görünümüyle dikkat çeken Rus sporcuyu görünce kendinden geçer ve evlenmeyi hemen kabul eder. Diğer yandan formalite evliliği gerçek bir evliliğe dönüştürmek için çabalarken bu evliliği, ‘vatanı’ için yaptığını söyler. Dindar görünümlü yaşlı adam geceleri Rus gelini yatakta gözetlemekten de geri durmaz!
Umur Bugay filmlerinde dindar görünümlü kişilerin sermayedarların günahlarına ortak olduğu da vurgulanır. Çirkef adlı filmde gecekonduların yıkılıp apartman yapılmasına karşı çıkan bir adam yıkım ekibiyle tartışmaya başlar. O esnada arsa sahibinin oğlu adamı iter ve adam kafasını kepçeye vurarak hayatanı kaybeder. Herkesin gözü önünde yaşanan bu hadisenin ardından mahkemede görgü tanığı olarak konuşan iki adam, olayda bir itme yaşanmadığını hayatını kaybeden kişinin ayağının takılarak düştüğü yönünde yalancı şahitlik yapar. Yalancı şahitler takkeli, sakallı dindar görünümlüdür. Para karşılığı gerçekleri saklayan yaşlı adam cenaze evinde ise Kur’an okuyan hoca olarak karşımıza çıkar. Adam hem hocadır hem de yalancı şahit!
Deli Yusuf filminde zayıfları ezen, uyuşturucu satıcısı, tefecilik yapan fabrikatör gecekonduların yıkılacağı bölgedeki açılışta yaptığı konuşmada, ‘Ülkemizin işini iyi bilen müteşebbis müminlere ihtiyacı vardır.’ ifadelerini kullanır. Ayrıca tefecinin adamı olup mahallelinin arasına sızan ajan da takma sakallarıyla hoca kılığına girmiştir.
Yine senaryosu Bugay tarafından kaleme alınan İşte Hayat filmi, işçilerin grev görüntüleriyle başlar. Sol devrimci marşların eşlik ettiği görüntülerde hakkını arayan işçiler dört bir yana faşizme, patrona ve sermayeye karşı astıkları pankartlarla slogan atmaktadırlar. İşçiler haklarını ararken gazeteci rolündeki Uğur Dündar, takkeli, sakallı, tesbih çeken bir adamın yanına yaklaşır ve işini sorar. Adamın cevabı ilginçtir; “Sermaye düşmanlarına karşı sermayedara itibar sağlayarak milli ve vatani bir görevi yapmış oluyoruz... Ölen adamın mevkiine, bütçesine göre yasçılar, yani ağlayıclar göndeririz. Mesela sermaye sahibi fabrikatör mü, bizim ağlayıları işçi kılığına sokar, göndeririz oraya.” Devamında, takkeli adamın cenazedeki görüntülerine yer verilir. Hoca, arkadan ölen sermayedar için, “Babamızdır, kendi yemedi bizi yedirdi, sayesinde sendika yüzü görmedik.’ der.
Umur Bugay senaryolarında siyasi konulara da yer verir. Hasip ile Nasip filminde Zeki Alasya ve Metin Akpınar birbirleriyle rekabet eden iki arkadaştır. Sırasıyla belediye başkanlığı yapacak olan ikili para kazanmak için her şeyi mubah görüp, kara borsacılık yapmaktadırlar. Akpınar, İngilizler’in savaştan galip çıkmaları için Allah’ın yardımını diler. Belediye başkanlığına adaylık konuşmasında da kasabaya yeni bir cami yaptıracağının sözünü verir. Ayrıca kendilerine rakip çıkan ‘komünist’ olarak tanımladıkları adaya karşı birleşen ‘üçkağıtçı’ rolündeki ikili, halkın desteğini almanın yolu olarak cami yaptırma derneği kurmayı planlayıp, Hacca giderler. Halis ve Muhlis’in çocukları rolündeki Hasip ve Nasip de babalarının ölümünün ardından rekabeti sürdürerek başkan olmak için yarışırlar. Hasip, belediye başkanı olarak kasabada mini etekli, başı açık gezmeyi yasaklayacağını, jimnastik bayramlarında kızlara uzun kıyafetler giydireceklerini söyler. Bu vaatleri kasabadaki kadınların tepkisini çeker. ‘Mücahit Başkan Hasip’ sloganları duvarlara yazılır. Hasip bir konuşmasında ABD ve Fransız uçaklarına karşı yerli uçağın yapımından bahseder. Hasip, yerli uçak hedefini anlatırken kağıttan bir uçak uçurur. Yerli uçak hayalinin alaya alındığı bu sahnenin ardından milli tank ve motor projesinden de bahsedilir. Ancak o sırada yanına yaklaşan biri, Hasip’in de evlenmek istediği kadının rakibi Nasip’in dükkanına gittiğini söyler. O sırada mücahit başkan olarak sunulan Hasip, konuşmasını yarım bırakıp kadının peşine düşer.
Benzer siyasi göndermeler Oğlum Adam Olacak dizisinde de görülür. Öyküsü Bugay’a ait senaryo ekibinde farklı isimlerin de yer aldığı dizinin dördüncü bölümünde, evin babası rolündeki Zihni Göktay, CHP’ye karşı Demokrat Parti’yi destekleyen oğluna siyasi tercihinden ötürü ikazda bulunur. DP’li Fikret’in cevabı anlamlıdır; “Hiçbir şey yapamazlar bana baba. Poliste tanıdıklarım var işimi uydururum ben.” Devamında 6-7 Eylül olaylarına dönük tartışmalara yer verilir. Ev halkından bazıları gayrimüslim vatandaşlara dönük saldırıları yanlış bulurken, evin küçük çocuğu eylemcilerin evlerine yaklaştığını dile getirir. Evin kızı, kendi hanelerine dönük bir saldırı ihtimalinden söz edince DP’li Fikret, ayak ayak üstüne atıp, rahat tavırlarıyla; “Korkma abla korkma. Onların derdi gayrımüslimlerle, daha çok da Rumlarla. Bize bir şey olmaz. Ama kudurmuşlardı yani, yıllardır memleketin kanını emdiler.” der. Evin kapısı çalınır. Ailenin Hıristiyan komşusu, eşi ve kızıyla Müslüman komşularına sığınır. Göktay, Rum kökenli aileyi sakinleştirirken, fırsatçı bir tip olarak sunulan DP’li Fikret, can derdine düşmüş komşusuna seslenir; “Hristo, ortalık karşısınca Yunanistan’a kaçacak mısınız? Bak dükkanı satarsan haberim olsun, ben alırım.”
2001 yılında Umur Bugay, bu kez yapımcı kimliğiyle siyaset dünyasını ve siyasileri konu edinen senaryo yazımına da katkı sağladığı yeni bir diziyle izleyicinin karşısına çıkar. 28 Şubat darbesinin ardından askerin vesayetin yoğun olarak hissedildiği bir dönemde Umur Bugay, Koltuk Sevdası adlı dizinin yapımcılığını üstlenir ve siyasetçilere dönük ağır eleştirilerde bulunur. TRT ekranlarında yayınlanan dizinin her bölümünde Türkiye’deki siyasetçilerin tutarsız ve ilkesiz tavırlar içinde olduğu vurgulanır. Ancak buradaki eleştiri genel olarak sivil siyasete yöneliktir. Dizide siyasetçiler sözüne güvenilmeyecek, sadece kendi menfaatini düşünen kişiler olarak gösterilir. Ordu vesayetinin etksinin yoğun bir şekilde hissedildiği bir dönemde Bugay, siyasetçileri halkın gözünde zayıflatan bir yapıma imza atar.
Örneklerden anlaşılacağı gibi Türkiye’nin önemli senaristlerinden biri olarak kabul edilen Umur Bugay’ın sinema perfpektifi kaba, aşırı genellemeci ve siyasi yargılardan oluşmaktadır. Self-oryantalist bir bakışa odaklandığı görülmektedir. Bugay, gerçekliği çarpıtarak oluşturduğu sterotiplerle dindarlığı olumsuz/düşük/kötücül bir şekilde sunmuştur. Dindar görünümlü karakterler sınandıkları olaylar karşısında erdemli bir tavır geliştirmezler. Kişisel menfaatleri söz konusu olduğunda ahlaklı bir davranış ortaya koyamazlar. İdeolojinin sınırlarına hapsolan Bugay için dindarlık adeta bir ahlaki noksanlığa işaret etmektedir. Dindarlık temsillerinde seçici davranan Bugay, filmlerinde muhafazakar siyasetçileri de itibarsızlaştırmaya çalışmıştır. Yapımlarda doğru davranışlar sergileyenler dindarlar olmayıp dindar karakterler kişiliği gelişmemiş ve irrasyonel kişiler şeklinde sunulmuştur. Bu açıdan Bugay, yapımlarında kendi tektipleştirici ideolojisini ısrarla yansıtıp, dindarlığı öteki kılma çabası içinde olmuştur.