Geçtiğimiz günlerde çok güzel bir haber aldık. Fatıma Betül Baştürk Hoca, Türk Dişhekimliği Tarihinde Endodonti alanındaki ilk başörtülü profesör olarak bir gurur yaşattı bize. Hâlihazırda İstanbul Gelişim Üniversitesinde görev yapan Baştürk’ü Acıbadem’deki muayenehanesinde ziyaret ettik ve onu bugünlere ulaştıran hikâyesini dinledik, hoş sohbetinden nasiplendik. Buyurun, beraber okuyalım.
Dört kardeşin ikincisi, üç kız kardeşin ortancasıyım. Şenlikli bir ev hatırlıyorum. Asıl çalışan babamdı. Babam İstanbul Teknik Üniversitesi’nde İşletme Mühendisliği’nde öğretim üyesiydi. O zamanlar doçentlikte de tez yazılıyordu. Babamla annemin birlikte oturup doçentlik tezi yazdıklarını hatırlıyorum. Evde genel olarak akademik bir hava vardı. Annemse görevini icra edememiş bir jeofizik mühendisi. Ancak bildim bileli kendi arkadaşlarının çocuklarına matematik, fizik ve geometri özel dersleri verdi. Aynı şekilde biz de annemin arkadaşlarından özel dersler aldık. Okumuş ancak mesleğini icra edemeyen başörtülü teyzelerimiz o dönemin bir gerçeğiydi.
Evde ders çalışan bir baba var ve rahatsız edilmemesi gerekiyor. O zamanlar evde üç kız kardeşiz ve sessiz aktiviteler yapmaya çalışıyoruz. Bunların en başında da çizim geliyor. Çok fazla çizim yapıyordum. Hatta kendi çizgi romanlarım, gazetelerim, mecmualarım vardı. Sayfayı dörde beşe böler, konuşma balonları ile onları konuştururdum. Bir kâğıt bir kalemle saatlerce oyalanabilen bir çocuktum. Şu anda seçtiğim bölümü seçmemde çok büyük etkisi vardır bunun.
Biz 90’lar çocuklarıyız. Elektrik, su kesintilerinin çok olduğu, bidonlarda suların biriktirildiği bir dönemden bahsediyoruz. Yokluk dönemi. Bir yandan da başörtülü mühendis bir kadının çalışamadığı gerçeğini görüyoruz. Üniversite tercihi yaparken şunları söyledim: Çalışabileceğim, üçüncü tekil şahısların altında olma ihtiyacı olmadan para kazanabileceğim bir meslek olmasını istedim. Ama sanatla alakalı olmalıydı. Çünkü çizim yapmayı çok seviyordum. Annem de bizi sürekli sağlık sektörüne yönlendiriyordu. Nitekim, ablam doktor, ben diş hekimi, kız kardeşim de diyetisyen olduk. O dönemde kadınların yapabileceği işler sağlık ve öğretmenlik üzerineydi. Öğretmenlik; özel okulların sayısının çok az olması sebebiyle genel itibariyle kamuda yapılabilen bir meslekti. Kamuda da başörtülü öğretmen örneği yoktu. Dolayısıyla sanatsal bir yanı olduğu ve yabancı dili çok sevdiğim için Marmara Üniversitesi İngilizce Diş Hekimliği’ni seçmeye karar verdim. Her şey o çizimlerle başladı aslında.
İlkokuldan sonra girilen Anadolu Liseleri Sınavı’nda Kartal’ı kazandım ben. O dönemin de gerçekten gözde bir okuluydu ve benim girdiğim sene üniversite sınavında Türkiye birincisi çıkartmıştı. 95-99 seneleri arasında Kartal’daydım. Dört sene boyunca orada okudum. İyi puanlar yapan bir grup olarak girdik Kartal’a. Dolayısıyla güzel sinerjisi olan bir sınıfın içerisindeydim. 28 Şubat 1997’de ben orta ikinci sınıfın ikinci dönemine giden bir öğrenciydim ve bir anda üniversite birincileri çıkartan bir okulda, üniversiteye girme şansı kalmayan bir öğrenciye dönüştüm. Çünkü katsayı problemleri başladı. Bundan sebep ortaokulu bitirdikten sonra sınıfımdaki pek çok arkadaşımla beraber başka okullara ayrıldık. Ben Asfa Koleji’ne geçtim ve oradan mezun oldum. Kozmopolit bir şekilde çıktık aslında günün sonunda ama o güzelim sınıfı dağıttılar. Sadece bizi dağıtmakla kalmadılar. Kartal’a o birincilikleri, ikincilikleri getiren hocaların hepsini farklı yerlere sürgün ettiler. Maalesef o süre zarfında bizlere ciddi manada yazık ettiler.
Aslında bir hevesle başladı. Bize ders veren çok potansiyelli teyzeler grubundaki başka arkadaşlarım da dönemin gözde okulu Kartal AİHL’yi kazandılar. Kendi aramızda “Sen okula nasıl gideceksin? Ben başörtülü gideceğim. Ben de başörtülü gideceğim” diye konuşuyorduk. Kartal’a 10 yaşında başörtülü olarak başladım. O zamanlar başörtüsünün tam olarak neyi ifade ettiği konusunda çok da bilgi sahibi değildim. Hevesle başlayıp Kartal’da okurken içini doldurduğumuz ve neyin ne olduğunu öğrendiğimiz bir durum oldu.
Marmara’yı kazandığım zaman sınıfta 104 kişiydik. Türkiye’nin her tarafından gelen insanlarla beraber güzel bir sınıftık. Ama bu kadar kişinin içerisinde sadece dört tane başörtülü kızdık. Hatta Şule Yüksel Şenler Hanımefendi’nin “Huzur Sokağı” kitabından esinlenerek kendimize “Huzur Polikliniği” ismini takmıştık. Biz 28 Şubat süreçlerini anlattığımız zaman şimdiki jenerasyon sanki 19. yüzyıla dair bir şey anlatıyormuşuz gibi bakıyor. Halbuki bu yasakların kamudan komple kalkması 2013 yılına tekabül ediyor. Unutulan her şey tekrar edilmeye mahkumdur; unutmamak, unutturmamak gerekiyor. O dönemde dediğim gibi sayımız çok çok azdı. Tüm fakültedeki başörtülüler birbirini tanıyordu. Hasta tuvaletinde kaçak göçek başımızı bağlayıp gittiğimiz bir yerdi fakülte. Orada da kimseye yakalanmamaya çalışırdık.
Başörtülüsünüz ama bazı dar görüşlü hocalar, başörtülü olduğunuzu öğrenip size karşı husumet gütmesinler diye başörtülü kimliğinizi gizlemeye çalışıyorsunuz. Çünkü mezun olabilmeye bakıyorsunuz. Gerçekten karışık dönemlerdi.
Marmara Üniversitesi’ne 2002’de girdim ve 19 sene boyunca Marmara Üniversitesi’ndeydim. On dokuz senede de tabii ki başımıza iyi veya kötü sayısız şey geldi. Ama unutamadığım bir şey var. Bir gün elimde tuvalet kağıdıyla beraber lavaboya doğru yürüyorum, o sırada profesörlerden bir tanesinin kapısı açık. Onun odasının önünden geçerek gidiyorum. “Sen” dedi, “Böyle burnun havada yürüyorsun ya, seni rüzgâr tersine estiğinde görürüm.” Aslında burnum havada falan yürümüyordum, sadece lavaboya gidiyordum. Ama benim oradan elimde tuvalet kağıdıyla geçişim bile bazı hocaları rahatsız etmeye yetiyordu. Böyle set çekmeye çalışan örnekler olduğu kadar, görüşleri ne olursa olsun yardımcı olan, arkamda duran pek çok kişi de oldu. Onlardan bahsetmemek doğru olmaz.
Avrupa Endodonti Derneği Başkanı’nın asistanı olarak hocayla beraber derslere giriyordum. Bir süre sonra dersleri bana anlattırmaya başladı. Bir yandan da deneyleri yapmak için gece 10’lara kadar laboratuvarda kalıyoruz. Dediğim gibi çalışkan bir öğrenciydim. Hiçbir şey çalışmadan olmuyor maalesef. Bunlar hocanın hoşuna gitti. O sırada da bölümde bir pozisyon boşalmıştı. O pozisyonu değerlendirip değerlendireceğimi sordu. Cardiff’te kaldığım süre zarfında biraz ırkçılığa maruz kalmıştım. O dönem evliyim, eşim askerde. Biraz konuştuk eşimle. Dedim ki “Çocuklarımın, benim Türkiye’de büyürken hissettiğim üçüncü sınıf vatandaşmış hissiyle büyümelerini istemiyorum.” Çünkü Müslüman olmayan bir ülkede Müslüman kimlikleriyle büyüdükleri zaman bu sıkıntıları yaşama ihtimalleri çok daha yüksekti. Dolayısıyla teklifi değerlendiremeyeceğimi söyleyerek Türkiye’ye geri döndüm ve bundan dolayı da pişman olmadım.
Üçüncü sınıftayken endodonti alanında doktora yapmak istediğime karar verdim. O zaman uzmanlık sınavı yoktu ve doktoraya alınma kriterleri; mezuniyet ortalaması, ALES puanı, İngilizce puanı ve mülakattı. İlk üç kriter nispeten objektifti. Mezuniyet ortalamam iyiydi nitekim bu mezuniyet ortalamasıyla doktora için TÜBİTAK bursuna başvurdum ama TÜBİTAK bursiyeri olarak okudum. ALES’te 400. oldum, İngilizce sınavında da sadece bir yanlışım vardı. Bunların yanı sıra endodonti kürsüsünde daha açık fikirli ve objektif olan hocalarımız vardı ve doktoraya kabul aldım. Benden önceki senelerde dişhekimliğini birincilikle, ikincilikle bitirmiş başörtülü ablalarımız vardı ancak kendileri hiçbir doktoraya kabul edilmediler. “Başörtülü olan kişi dereceyle bitirse dahi herhangi bir doktora programına kabul alamaz” diye bir algı vardı. Dolayısıyla benim doktoraya kabul edilmem oldukça ilginç karşılanmıştı.
Çok şükür girdik doktoraya ancak iyi bir öğrenci olmama, bütün verilen ödev ve projeleri tamamlamama rağmen bana, derslere gelmeyen, ödevlerini yapmayan arkadaşla aynı notu veren hocalarım da oldu. Bunun sebebini gayet iyi biliyorduk. O dönemde başörtüsü sıkıntısı hâlâ devam ediyordu. Ben de bir çıkış aradım ve Erasmus koordinatörlüğünde çok sevdiğim bir hocadan akıl almak istedim. O da araştırmacı hareketliliği programlarını araştırmamı söyledi. Bunun üzerine Erasmus’un kapsadığı neredeyse bütün ülkelerdeki üniversitelerin endodonti alanındaki akademik kadrolarına girdim ve ismi birazcık daha Müslüman tandanslı olan hocaların hepsine mail attım. Bir kısmından hiç cevap gelmedi. Bazı üniversiteler kontenjanlarının dolu olduğunu söylediler. Bazı üniversiteler de müspet döndü. Bu üniversitelerden biri Cardiff Üniversitesi’ydi. Ben ilkokuldayken babam da bir seneliğine Cardiff Üniversitesi’ne misafir öğretim üyesi olarak gitmişti. Bu sebeple bana daha sıcak geldi. Epey eleyici bir sürecin ardından Cardiff’ten davet mektubu aldım. Ve kendimi birkaç ay sonra Avrupa Endodonti Derneği Başkanı’nın asistanı olarak buldum. Hocayla birlikte pek çok uluslararası yayınımız, çok fazla atımız var. Dolayısıyla akademik kariyerimde ilerlememi en çok borçlu olduğum ekip Cardiff’teki ekiptir.
Bizim dişhekimliğinde sıklıkla kullandığımız bir kavram vardır; rezistans ve retansiyon form diye. Benim camiadaki varlığımı da özetliyor bu iki kavram. Bir kısım rezistans yani dirençle karşılaştım ama bir kısım da beni tuttu, retantifti. Dolayısıyla orta yolu bulup devam ettik. Gerçekten zorda kaldığım zaman sırtımı sıvazlayıp cesaretlendirenler olmasaydı şu anda profesör olamazdım.
Bu yolda babamı da gördüm. Babam; akademide Müslüman kimliğiyle bilindiği için önüne set çekilmiş, 18 sene boyunca profesör kadrosu beklemiş, yetiştirdiği öğrencileri kendisiyle aynı statüye geldiği hâlde bir türlü profesörlük verilmemiş ve en nihayetinde profesörlüğünü mahkeme yoluyla alabilmiş bir kişi. Onun davasına, mücadelesine de çok şahitlik ettik. İsteseniz de istemeseniz de bu sizi kamçılıyor. “Neden bizim bir temsiliyetimiz yok?” Keşke önümde benim benzer yollardan geçmiş, danışabileceğim birileri olsa diyorsunuz. Temsil, en büyük motivasyon kaynağımdı. Fakültede yanıma taze beyinler, başörtülü öğrenciler gelip “Hocam sayenizde biz de akademisyen olabileceğimizi görüyoruz.” dedikleri zaman gerçekten çok seviniyorum çünkü benim önümde böyle bir örnek yoktu. Olmadığı için de bunun olup olamayacağını el yordamıyla bulabildim. Umarım yapabilmiş, yolu biraz da açabilmişizdir. Ve yeni jenerasyon da kendisini geri planda hissetmeden bunu devam ettirir ve bizim de daha fazla temsiliyetimiz olur.