
Sevgili Çocuk,
Adını bilmiyorum. Belli ki hiç bilemeyeceğim. Bilinmezliğin geniş arazilerinde onlarca isimle koşacağım arkandan ama ben yine çocuk diye sesleneceğim sana. İçinde senin olduğun sohbetler edeceğim bıkıp usanmadan ve hikâyemizi anlatacağım herkese taa en başından.
Büyük sayılmazdım tanıştığımızda. Bir dişçinin kitaplığındaydın. Rafta, diğerlerinin yanında keşfedilmeyi bekliyordun. Beklerken olmuştu aslında her şey. Dişim çekilecekti ve korkuyordum. Çünkü dişçilerden korkardı çocuklar. Pırıl pırıldı sayfaların. Seni hemen oracıkta tanıyabilir, hatta belki izin alıp yanımda bile götürebilirdim. Dahası, her şeyi unutabilirdim yanındayken. Çocukların böyle tuhaf huyları vardır bilirsin. Bir anlığına unutur, olmadık zamanlarda da hatırlayıveririz. Biliyor musun o gün sayende aklımdan uçup gitmişti korkularım.

Senin başköşesinde olacağın ve hayatımı şekillendirecek o kitaplığı ilk kez o gün istemiştim ailemden. Böylece sana kolayca ulaşabilecektim. Nasıl desem -bunu zaten biliyorsun -yıllarca çeşit çeşit kitaplar okudum; yüzlerce, belki de binlerce. İçlerinde çok sevdiklerim oldu- bu yalan değil- hiç unutmayacaklarım da oldu -bu da yalan değil- Ama gel gör ki, hiçbirine buraların çiçeklerini, ağaçlarını anlatmak istemedim. Sahi sana manolyalardan, servilerden, çitlembiklerden ve çınarlardan bahsetmiş miydim? Peki baharın gelişini müjdeleyen mimozalardan, yazın bitişini haber veren lavantalardan?
Bazen düşünüyorum da – doğrusu sık sık- duyarlılığının muhakkak bir bedeli olacaktı değil mi? Her şeyin fazlasıyla farkındaydın. Ne diyordu deden seninle ilgili “Mısır koçanı boyunda bir çocuk daha ama büyük adam gibi karakter sahibi.” Belki de buydu en büyük kusurun. Bu kadar derinden hissetmeseydin ya da ne bileyim yaramaz bir çocuk olsaydın üzülmezdin, üzülmezdik değil mi? Hayır, hayır! elbette seni suçlamıyorum. Aksine, seninle gurur duyuyorum. O kayalara öyle güzel isimler bulmasaydın ve yanından geçip gitseydin her şeyin, nasıl tanırdık ki birbirimizi, öyle değil mi? Etrafına merakla bakman, her defasında hayran kalacağın bir neden bulman, eşyayı dahi incitmeden sevmen…Seni diğerlerinden ayıran bunlardı işte. Her şeyi görüyordun her rengi, her ayrıntıyı. Cılız bir dal, küçücük bir taş bile anlam kazanıyordu sen baktığında. Çantanı da bu yüzden sevmiştin, kayalara da bu yüzden isim vermiştin. Ah çocuk ne güzeldin, ah çocuk sen hep güzelsin.
Neden sonra anladım ki, seni ne vakit düşünüp konuşsam, çenesi düşüyormuş kalbimin. Durmadan, yorulmadan yazmak isteyişimin nedeni buymuş meğer. Samimiyetine, doğallığına özeniyorum her defasında. Gölgede bırakıyorsun abartılı olan her şeyi. Dikkatimi sadece sana verdiğimde -ki ben sembolleri bir kenara bırakıp yalnızca masum dünyanda kalmayı tercih ediyorum çünkü aradığım her şey orada- toprağımın altından ağır ağır sular akıtıyorsun. Güçlendiğimi, dallanıp budaklandığımı hissediyorum.
Etrafındaki kötülerden bahsetmek istemeyişim, yazık ki onları yok etmiyor. Artık biliyorsun, her şey zıddıyla mevcut. Seni nazarımda bu kadar kıymetli yapan, belki de etrafındaki kötülerin, vurdumduymazların varlığıdır. İyi kötünün yanında parlıyor, kötü, iyiyle eziliyor. Kafan karışmadı ya? Benimki de laf! Sen zaten her şeyi fazlasıyla anladığın, kötülüğü reddettiğin için balık olmayı istemedin mi? Her defasında senin kadar cesur olamadığım için kendime kızıyorum.
Kimsenin inanmaya layık görmediği şeylere inanıyordun sen. Bir gün Beyaz Gemi’yle babanın geleceğine, okula gideceğine, Maral Ana’ya… Bana sorarsan, bu söylediklerime inanan birisi daha vardı: deden. Sırf bu yüzden seni okula götürmüyor muydu zaten? Maral Ana masalını da sana o anlatmamış mıydı? Hem dürbününü deden almamış mıydı? Artık kızma, büyükler de hata yapar bazen. Tamam, hiçbirimiz senin kadar cesur olamadık belki ama deden seni çok seviyordu. Seni en çok deden seviyordu.
Öyle güzel bekliyordun ki, en güzeli bu diyordum içimden. Hangimiz bekledik bir eşikte senin kadar? Birinin kızdığını, şaşırdığını, korktuğunu görebilirdik pekâlâ ama beklemek öyle miydi? O yalnızca hissedilebilen bir şeydi. Ve sen çocuk bekliyorum demeden, kimsenin ayağına dolanmadan, ağırbaşlı ve sakin ne çok bekledin. Seni uzaklarda aramayacağım hiç, ulaşabileceğim bir mesafede beni beklediğini biliyorum.
Hâlâ merak ettiğim şeyler var aslında. Defterinin kenarları kırışır mıydı senin de? Yazın güzel miydi? Dürbünün uzağı ne kadar gösteriyordu? Beyaz Gemi nasıldı? Çantanın içinde neler vardı? Görüyorsun ya hep diri bir merak var sana dair. Belki de budur seni diğerlerinden ayıran: taze ve dipdiri bir merak. Eskimiyorsun. Görünen o ki eskimeyeceksin.
Senin iki masalın vardı, bunu hiç unutmadım. Belki bir masala sığamayışın, onlarcasının arasından çekip çıkardı seni. Bir masala sıkışıp kalsaydın ya da ne bileyim balık olmasaydın, aklımda yer etmezdin bu kadar. Ne zaman kaybetsem yönümü yazı yolculuğumda ve ne zaman sıkışıp kalsam kelimelerin arasında, aklıma hemen balık oluşun gelir. Kayalara verdiğin isimleri, taşlarla gevezelik ettiğin anları düşünürüm. Derlenip toparlanırım hemen. İşte bu yüzden hikâyemizi böyle pat diye bitirmemeliyim. Bir son lazım şimdi ikimize. Çocukluğumun üstünde biriken tozları her defasında yeniden silkelediğine mi sevinsem, balık olup gidişine mi üzülsem bilemedim. İyi ki tanımışım seni çocuk ya hiç tanımasaydım…