Zehra, Nabizade Nazım’ın tek romanı. Bu romanın psikolojik derinlik ve natüralist sanatın Türk edebiyatındaki erken numunelerinden olduğuna dair sayısız yorum var. Bunlara İstanbul edebiyatı içerisinde yeni bir pencere açmak gerekiyor. 1880’lerde İstanbul manzaralarını, bu şehri bir dekor olmaktan öteye taşıyan romancının gözüyle de seyretmek gerekiyor. Nabizade Nazım’ın otuz yıllık kısacık bir ömrü oldu. Geride Zehra, Karabibik gibi birkaç kurgu, gazete sayfalarında kalmış yazılar bıraktı. Bu küçük külliyat onun adını yaşatmaya yetti ama. Tanzimat dönemi Türk romanı Zehra okunmadan eksik, Anadolu’nun edebiyatta görünmesi Karabibik’ten ayrı güdük kalacaktı. Ömrü vefa etseydi Hâlid Ziya kuşağının hemen öncesindeki bu adam, Türk romanını kapalı, kasvetli mekânlara hapsetmeden insanı daha erken yakalayacaktı. Bunu, bütün kusurlarına, tahkiye geleneğine dayanan metne müdahaleci tutumuna rağmen Zehra romanı için bile söyleyebiliriz. Öte yandan Nabizade Nazım’ın fen, eğitim gibi pozitif meşguliyetler içerisine girdiği, maddeci bakışı erken yaşlarda kavradığı, karakter inşa ederken insan gerçekliğini keşif arzusu taşıdığı da bilinir. Bunun çeşitli işaretlerini Zehra’da verirken, insanı var eden, yapan unsurların yaşanan çevre ile irtibatlı olduğunu görmüştür. Ölümünden yaklaşık on yıl sonra bir grup Türk edebiyatçısı, batı temelli edebiyat eleştirisini kopya ederken insan ve çevre ilişkisini yeni fark edecekti.
Zehra, Tanzimat’tan sonra doğan, II. Abdülhamid devrinin son senelerinde serpilen Türk romanının tam ortasında, ne yeni yetme ne tecrübesiz ancak olgunluk alameti gösteren orijinal bir metindir. Edebiyat araştırmacıları Türk romanının tarihinde Zehra’yı türlü değerlendirme ve tasnife tâbi tuttular. Onun psikolojik derinliği keşfeden ilk roman olduğunu söyleyenler büyük bir kalabalık meydana getirdi. Zehra’yı katı gerçekçilik diye tarif edebileceğim natüralizmin, Türk edebiyatındaki ilk numunesi olarak görenler de az değildi. Bunlara, İstanbul edebiyatı içerisinde yeni bir perde açmak gerekiyor. Nabizade Nazım’ın karakterler üzerinde mekânın tesirini çok erken yaşlarda keşfettiğini, onun pozitivist bir iklimi roman inşasına taşıdığını az önce ifade etmeye çalıştım. Roman incelemelerinde artık ne derece hakikati yansıttığı üzerinde durmamız gereken bir iddia vardır. Buna göre, romancı, psikolojik meseleleri yansıtıyorsa romanda kapalı mekân tercih eder; sosyal, siyasî, topluma dair meselelerde sokağa açılır. Bu iddiayı destekleyecek pek çok roman gösterilebilir elbette ancak Zehra’yı okurken bu iddianın doğruluğu hususunda şüpheye düşüyorsunuz. Nabizade Nazım, psikolojik çatışmayı karakterine, onu caddelerde yürütürken yaşatıyor. İstanbul’da mehtap akşamları gibi sosyal bir hadiseyi bir yalının salonundan Boğaziçi’ni seyrettirerek yorumlatıyor. Bu açıdan bakıldığında Zehra’da okunacak pek çok ayrıntı var. Ancak bu romanı benim gözümde ayrı bir yere taşıyan onun İstanbul edebiyatı söz konusu olduğunda zengin bir malzemeyi yüklenmesidir.
Nabizade Nazım, kendinden önceki ve sonraki kuşaklar gibi İstanbul’u tabiî bir dekor olarak kullanmıyor. Onda bu şehrin bir bilinçle metne taşındığını görüyoruz. 1880’lerin İstanbul’unu bütün gerçekçi manzaraları ile yazdığını, İstanbul’un birden çok semtinde mekân kurguladığını, her fırsatta şehrin mevsim geçişlerinden sosyolojik yapısına kadar ayrıntıya girdiğini ancak bunları kurgunun bir gereği olarak ördüğünü söylemeliyim. Romanın ilk sayfalarından itibaren bu hava hâkim. Romancı, Suphi ile Zehra’yı bir yalının penceresinde oturtarak Boğaziçi’ndeki mehtap kayıklarını seyrettiriyor. Kıyıların hemen dibinden başlayan tepelerin güzelliği bu seyre eşlik ediyor. Nabizade Nazım, burada, İstanbul’u ilk defa gören birini hayal etmemizi de bekliyor. O kişi, önce Boğaziçi’nde tabiatın güzelliklerine vurulur. Yalılar, yeşil tepeler, gümüş renkli sular buna eşlik eder. Nabizade, uzun İstanbul tasvirlerine sabırla devam etse de İstanbul’u anlatmanın neticesiz bir mesai olduğunu yine kendisi yazar.
Zehra, romana adını veren karakter olsa da aslında bu roman Suphi’nin hikâyesidir. Hem olayların seyri, hem psikolojik buhran, hem İstanbul manzaraları onun nazarından verilir. Üç kadın arasında gidip gelen, her birine çeşitli vesilelerle bağlanan, ancak hiçbirisinden hevesini alamayan Suphi, Suriçi’nden Beyoğlu’na eski İstanbul’un iki büyük muhitinde uzun vakitler geçirir. Hatta bütün ekonomik sermayesini Beyoğlu evlerinde bir kadın için tükettikten sonra tulumbacı teşkilatına girerek İstanbul’un bir başka yüzünü seyrettirir. Nabizade Nazım’ın mekân inşasındaki çeşitliliğini bu vesile ile vurgulamak gerekir. Zehra’da Müslüman İstanbul’un fakir semtlerinde, Beyoğlu’nun gayrimüslim sokaklarında, Boğaziçi’nin yalılarında, yazlık-kışlık şehir içi göçlerinde İstanbul’un çeşit çeşit manzaraları vardır. Gündelik hayatın akışına gelenek, örf, din, mahalle âdetleri yoğun bir biçimde aksetmese de sokağın seslerini her fırsatta duyarız. Sirkeci’den Bakırköy’e giden tren, bu güzergâhta geçilen semtler bile ayrı bir hikâyedir. Fakir İstanbul’dan, Beyoğlu’nun tiyatrolarına, balolarına uzanan bir kültürel hareketlilik vardır. Nabizade, Suriçi’nde, Şehzadebaşı’ndaki tiyatrolardan da okuru mahrum etmez. Romanın bu sayfalarında gerçek kişilerden, ortaoyunculardan, sazende ve hanendelerden bahisler vardır. Haliç’in kıyıları, Suphi’nin cinayet işledikten sonra Kasımpaşa sokaklarında saklanması da buna dâhildir.
19. asrın son çeyreğinde Beyoğlu Derviş Sokağı'ndan çıkıp, Köprü üzerinden Yeni Camii arkasındaki kalabalığa giren, oradan Çemberlitaş’a çıkan, şimdi ara sokaklarda kalıp kaybolmuş Arnavut Han gibi hanlarda konaklayan karakterlerin romanı Zehra. Bu roman bir İstanbul haritası eşliğinde ziyareti çoktan hak ediyor.