Behiç Ak, Çatıdaki Gezegen isimli kitabına nasıl başlıyor biliyor musunuz? İşte şu cümlelerle: “Pazar günlerini hiç sevmem. Çünkü haftanın bittiğini ilan eder bu günler… Ayrıca annemle babam evin her köşesini pırıl pırıl yapmak iddiasındadır. Kısacası, pazar günleri evin hiçbir yeri güvenli değildir. Kendimi eşya gibi hissederim. Ev hayatına sonradan katılmış, gereksiz bir eşya… Nerede dursam durayım, fazlalık olduğumu hatırlatır bana.” Elbette Ak burada, bir karakterinin düşüncelerini aktarıyor. Ancak şu bir gerçek ki herkesin pazar gününden anladığı başka! Bu gün kimi için çok eğlenceli kimi için de oldukça sıkıcı. Bu hafta Figen Yaman Coşar’ın kapısını çalıyor ve pazar günü üzerine düşündüklerini sormaya başlıyoruz. İlk olarak klasik bir pazar gününü anlatıyor bize Coşar: “Pazar, ofiste çalışanların, okulda okuyanların biraz daha geç uyandığı, birlikte yapılan kahvaltının daha özenle hazırlandığı ve semt pazarının da bu güne denk gelmesi sebebiyle mutfak alışverişinin yapıldığı, yanı sıra birlikte planladığımız ufak tefek şeyleri fırsat bulursak araya sıkıştırdığımız, bazen İstanbul içinde bazen şehre yakın bir yerde huzur bulmaya çalıştığımız bir gün.”
Biz tam, “pazarları sıkıntı olmaktan kurtarmak için öneriniz nedir?” dediğimizde, Coşar ters köşe bir cevap veriyor ve “Aslında pazarları sıkılabilecek kadar boş kalanların bir önerisi varsa öğrenmek isterim” diyor. Ardından da şunları ekliyor: “Çocuklu annelerin bugünde sıkılabilecekleri zamanları pek olmuyor. Herkesin dinlenme günü anneler için ekstra mesai demek.”
Pazar günü izlenecek bir film önerisi sorduğumuzda ise şunları anlatıyor: “Uzun zamandır pazar günü film bile izleyemeye vakit bulamadığımı fark ettim sorunuz sayesinde. Her ailenin kendine ait dinamikleri var. Bizim evde benim ve eşimin film zevkleri pek birbirine uymuyor. Eskiden de sakin, huzurlu, romantik, çok yormayan filmleri severdim. Yaşlandıkça diğer türlerden iyice uzaklaştığımı hissediyorum. Gençliğimde çalıştığım radyonun teknik çalışanlarından bir amca bana ‘Sen sarraf terazisi gibisin’ demişti. O zaman ne dediğini tam anlamamıştım. Şimdilerde onun yaşlarındayım ve anlıyorum. Kurgu bile olsa, senaryodaki duyguları yoğun şekilde yaşıyor, karakterlerin yükünü elimde olmadan sırtlanıyorum. Hayatın kendi yoğunluğu, yorgunluğu zaten yetiyor. O yüzden kendimi git gide daha korumaya aldığımı görüyorum.”
Peki ya kitaplardan konu açsak... Acaba Coşar’ın pazarlar için bir okuma listesi var mı? Sorumuzun cevabına “Uzun yıllardır okuma türüm çok net, tasavvufun kurucu metinleri… İrfan ehlinin yol tarifleri… Kalbimin dinlenmeye, şifalanmaya, öğrenmeye, hatırlamaya, anlamaya, idrak edip hakiki bir kalp olmaya ihtiyacı var” cümlesiyle başlayıp şu cümlelerle devam ediyor: “Mesnevi’de Hazreti Mevlana’nın ‘Sen sevinçsin, ahir zaman yasına’ diye bir beyti var. Okuduğum kitaplarda aradığım şey tam olarak bu. Zamanın kederleri, acıları, yasları ve yaralarına şifa olmayan satırlarla buluşamıyorum artık. Geçen yıl kütüphanemin büyük bölümünü ayırıp sahaf arkadaşıma taşıdım. Bir zamanlar çok sevdiğim, nefes nefese okuduğum, sayfa ucunu bile kıvırmadığım kitaplarla artık yolum ayrılmış. Şimdi kitaplarımı çize çize, yaza kıvıra okuyorum. Pazara özel kitabım yok. Pazarları kitaba zaman ayırmakta en zorlandığım gün.”
Coşar’a, pazar günleri çalışıp çalışmadığını sorduğumuzda ise “Eğer yetiştirilmesi gereken bir proje varsa, çalışmam dediğim bir gün olmaz, hiç olmadı” diyor. Ardından şöyle devam ediyor: “İş hayatım televizyon ile başladı ve televizyonculukta mesai kavramı zaten yoktu. Çocuk programları yönetmenliği yaptığım ve özellikle pazar günü için programlar hazırladığım için bant yayın bile olsa o gün aniden işe gitmem gerekebilirdi. Şimdilerde çocuk kitapları yazıyorum. Ancak yazma rutinleri olan, her gün şu kadar saat muhakkak masa başında oturuyorum diyen biri değilim. Hayatımın ana eksenini yazmak oluşturmuyor. Hayatın içinde yakalayabildiğim zamanlarda yazmaya çalışıyorum.”
Pazar günlerinin rutini genelde ailedir ama dedik ya, herkes için pazar değişken özellikler, rutinler de taşıyabiliyor. Bu nedenle Coşar’a “Özellikle pazar günleri görmek istediğiniz arkadaşlarınız var mı?” diye soruyoruz. Coşar da “Pazar günleri ailece görüştüğümüz arkadaşlarımız ve yakınlarımızla buluşuyoruz. Bunlar içinde belli rutinlerimiz olanlar genellikle yaşça bizden oldukça büyük yahut küçük olanlar” diyor.
Yazarımızın pazarlar için favori mekânı ise Üsküdar’mış. “En sık uğradığımız yer Üsküdar. Kadıköy’e daha yakın olsak da son zamanlarda özel bir sebep olmadıkça pek o kargaşaya girmek istemiyoruz” diyor. Belli aralıklarla Yahya Efendi, Merkez Efendi, Yuşa Aleyhisselam’a gidip, başını yasladığını ekliyor.
Gelelim en netameli sorumuza: “En güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi?” Coşar’ın bu soru için net yanıtları var: “En güzel pazarlar çocukluğumda ailemin bir arada olduğu, TV’de İstiklal Marşı ile hazır ola durarak başlanan, pazar konseri, pazar sineması izlenen, babamın ellerimizden tutup bizi pikniğe götürdüğü pazarlardı kuşkusuz. En kötüsü hangisiydi bilmiyorum. Kötü günlerin tarihlerini hatırlamak istemeyen bir zihnim var. Babamın ölüm gününü bile 28 senedir sürekli unutuyorum.”
Ve son soru: “Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu?” İşte Coşar’ın yanıtı: “Hiperaktif, empatisi zayıf, aşırı sosyal, yorucu ama iyi niyetinden şüphe duyulmadığı için pek kızılamayan, dikkati dağınık ve biraz da takıntılı biri. Bütün pazarlar Mustafa Merter hocanın terapisine muhtaç insanlar olurdu sanırım.”