Nea Roma, Ebedi Kent, Dersaadet gibi unvanlarıyla üzerinde egemenlik kuranların, gönlünde taht kurmayı başaran İstanbuul’u bu kez de bize Yazar Önder Kaya, namıdiğer “İstanbul Gezgini” anlatıyor. İstanbul Tarihi bizi, 20. yüzyılın ardından zorlu zamanlara direnmeye çalışan İstanbul’un 2 bin 5 yüz yıllık tarihine gravürler, fotoğraflar ve resimler eşliğinde bir göz atmaya çağırıyor. Kaya ile bir kez daha bizi kadim başkentin sokaklarında zaman yolculuğuna çıkaran yeni kitabı İstanbul Tarihi üzerine konuştuk.
İstanbul üzerine uzun süredir okumalar yapıyorum. Daha önceki yıllarda Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet İstanbul’unu konu alan bir üçleme eser yayınlamıştım. İlk kitap Konstantin’in Kutsanmış Şehri, ikincisi Fatih’in Müjdelenen Şehri ve sonuncusu da Cumhuriyet’in Vitrin Şehri isimlerini taşıyordu. Bu süreçte genel okur kitlesine hitap eden bir İstanbul kitabı kaleme almaya karar verdim. Başta merhum Doğan Kuban hocanın İstanbul Bir Kent Tarihi isimli çalışması olmak üzere bu sahaya dair çok kıymetli kitaplar var. Ancak bu çalışmalar oldukça hacimli ve detaylı. Şehrin tarihini 22 bölüme ayırarak görece kolay ve keyifle okunur bir çalışma kaleme almaya gayret ettim. Her dönemi ele alırken şehir üzerinde kalıcı tesir bırakan siyasi, sosyal ya da kültürel olaylara değinmeye çalıştım.
Böyle bir dönemlendirme yapmak açıkçası çok zor. Ama tabii ki şehir belli zamanlarda bir refah devresi yaşamış. Aklıma ilk gelen Justinyanus zamanı. Tabii öncesinde Konstantin dönemi de var. Çemberlitaş, ilk Ayasofya, 12 Havari Kilisesi gibi önemli yapılar onun zamanında inşa edilmiş. Ama o dönemlerde şehir daha yeni oturuyor. Pek çok sorunu var. Justinyanus zamanında ise günümüzdeki Ayasofya başta olmak üzere görkemli yapılar inşa ediliyor. Tabii bir de bu soru hangi pencereden baktığınıza göre değişir. Şehir bir altın çağ yaşıyor ama aynı dönemde Nika Ayaklanması çıkıyor ve şehir halkının neredeyse onda biri kılıçtan geçiriliyor. Ya da veba salgınları yaşanıyor. Bu da şehrin refah seviyesinde bir düşüşe sebebiyet veriyor. Osmanlılar zamanında ise tabii ki bir Fatih dönemi var. O ve paşaları vesilesiyle şehirde pek çok yeni yaşam sahası ortaya çıkıyor. Mahmutpaşa, Gedikpaşa, Rum Mehmet Paşa, Kumkapı Nişancası, Hocapaşa, Eyüp gibi muhitleri hep onlara borçluyuz. Ama abidevi eserler için Kanuni’yi beklemek gerek. Fatih’in elinde hem bir Mimar Sinan yok hem de Yavuz Sultan Selim’in bıraktığı dolulukta bir hazine yok. Fatih, Osmanlı padişahları arasında rafine zevkleri zirve olan bir isim. Elinde daha geniş imkânlar olsaydı ortaya neler çıkardı kim bilir. Şehrin dokusunu belirleyen “millet sistemi” gibi uygulamalar da onun zamanına kadar iniyor. Ülkenin farklı bölgelerinden Müslüman ya da gayrimüslim toplumlar yeni başkenti şenlendirmek maksadıyla İstanbul’a sürülüyor. Sürgün tabii biz de cezalandırma amaçlı algılanıyor. Ama Asurlulardan beri devletler nitelikli nüfusu belli yerlere yerleştirme politikası güder. Zanaatkâr, çiftçi ya da tüccar topluluklar imparatorluğun ihtiyacına göre yer değiştirmeye zorlanır. Bunun için zaman zaman teşvikler de uygulanır. Anadolu’dan sürülen Müslüman nüfus Aksaray, Çarşamba, Büyük Karaman gibi semtleri oluşturuyor. Gayrimüslimler de şehrin farklı bölgelerine yerleştiriliyor. Bunun neticesinde ilerleyen yıllarda Samatya Ermeni, Balat ile Hasköy Yahudi, Fener bir Rum semti olarak belirginleşiyor. İstanbul’u gezerken hâlâ Samatya’da, Kumkapı’da Ermeni, Fener, Arnavutköy, Kurtuluş, Yeniköy’de Rum, Galata, Hasköy ve Balat’ta Yahudi toplumunun izlerine tesadüf edebilirsiniz.
Ben bu konularda biraz karamsarım. Sosyal medya ortamlarında bir takım semt kolektifleri faal vaziyette. Bebek misali bu konu da çok daha aktif olan, toplantılar tertip eden, yayınlar çıkaran semtler de var. Ama meseleye iş çevreleri dahil olunca çoğu zaman rant ve para devreye giriyor. Bunlar ilgili muhite yarardan çok zarar veriyor. Bununla beraber pek tabii belli bir semte kültürel ya da eğitim yatırımı yapan aileler de var. Reklama girmemesi için isim vermek istemiyorum. Ama Unkapanı’nda, Hasköy’de, Beyoğlu’nda açtıkları müze ya da eğitim kurumları vasıtasıyla semtin değerine olumlu yönde katkı sunan isimler var. Lakin çok yetersiz. Oysa ülkenin kültürel belleği İstanbul’da. Müze konusunda da çok yetersiz bir şehir. Eskişehir bir müzeler şehri oldu mesela. İstanbul bu konularda en yakınındaki şehri üçe beşe ona katlayacak evsafta ama bu alana ilgi az. Geçen Beşiktaş’ta Kedi Müzesi’ni gezdim. Bayıldım. Kediyle ilgili kartpostallar, oyuncaklar, dergiler toplanmış. İki kat dolu dolu kedi temalı obje. Süleymaniye tarafında Hilye-i Şerif ve Tespih Müzesi var. Küçük ama çok keyifli bir sergi alanı. Eyüp’te Bayezid’de hamam müzeleri var. Ama dedim ya İstanbul’u düşündüğünüz zaman çok yetersiz. Ülkemizde pek çok koleksiyoner var. Bunların bir kısmı ismini yaşatacak bir müze kurmaya ve elindeki objeleri buralara bağışlamaya dünden razı. Lakin bizde devamlılık yok. O nedenle bu insanlar güvenip de bağış yapamıyor. Bu tarz müzeler için en önemli problemler devamlılık, mekân tahsisi ve sonrasında müzeyi ayakta tutacak bütçe meselesi. Etrafımda bu tarz müzelere koleksiyonundan katkı sunup ta sonra hüsrana uğrayan o kadar çok insan var ki.
Valla yarım asırlık ömrüm var. Çok sayılmaz. Ama evet bu süreçte bazı kayıplara da bizzat şahit oldum. Mesela Vezneciler’de bulunan Acemoğlu Hamamı. Yeniçerilerin Acemioğlanlar bölüğünün kışla hamamı olan bu yapı, Reşat Ekrem Koçu’nun da işaret ettiği gibi türünün son örneklerinden biriydi. Evvela yandı sonrasında turistik bir otelin içine entegre edilerek asli özelliklerinden uzaklaştırıldı. Sadece eser değişimi değil, muhitlerde aldı bu değişimden nasibini. Çocukluğumda Laleli’de hali vakti yerinde aileler yaşardı. Bir akrabamıza ev ziyaretini gittiğimizi hatırlıyorum. Evdeki yüksek tavanları ve ferah feza ortamı hâlâ unutamam. Bugün o apartman oldu sana iş hanı. Ya da doğduğum büyüdüğüm neredeyse her sokağına girip çıktığım Fatih. Tam 50 yılım geçti. Ama öyle bir keşmekeş haline döndü ki geçen sene Anadolu yakasına taşınmak zorunda kaldım. Böyle bir semt Avrupa’nın göbeğinde sarıp sarmalanır koruma altına alınır. Berlin’in, Viyana’nın merkezinde böyle bir hercümerç duruma tesadüf edemezsiniz. Buralarda yaşamak bir saygınlık alametidir. Bostanlarıyla ünlü Çengelköy’de eski köşkler birer birer tarihe karışıyor. Daha önce Göztepe’nin Erenköy’ün başına gelenler şimdilerde başka semtlerin başına geliyor. Boğaziçi’nin tepelerindeki yeşil alanlar zenginlerin güvenli hayat sürecekleri sitelere dönüşüyor. Bir yandan şehrin habitatı bozuluyor diğer yandan vatandaşın Boğaz’ı seyir hakkı elinden alınıyor. Bu durum yeni bir şey değil. Uzun süredir böyle. Menderes ya da Dalan zamanındaki gibi büyük oranda tarihi eser kaybı yaşanmıyor belki ama son zamanlarda yaşanan daha vahim.
Pek ümitvar olacak bir durum yok zannımca. Kente göçün önünü almadan kenti bir rant sahası olmaktan çıkarmadan iyiye gidiş olmaz. Bunun için de belediyeler ile merkezi idarenin koordineli hareket etmesi lazım. En basitinden beklemekte olduğumuz bir deprem var. Öyle ya da böyle zamanı gelince olacak. 1509’da olmuş, 1766’da olmuş, 1894’te olmuş. Ulaşım ağı genişledi. Metrolar pek çok yeri ulaşılır kıldı. Bu durum kulağa hoş geliyor. Ama aynı zamanda bu hizmet yeni rant alanları yarattı. Yeşil alan statüsündeki pek çok yer yapılaşmaya açıldı. Böyle olmamalı. Bu zihniyet değişmeli. Ama kısa vadede değişecek gibi de durmuyor.