Geçtiğimiz hafta Çamlıca Tepesi’nin eteklerinde yeşillikler arasında kaybolmuş bir kahvedeydik. Kahvenin ilk bakışta diğer kahvelerden bir farkı yok gibi. Bir köşede tavla oynayanlar diğer yanda sohbet edenler , bahçesinde sigara içenler, maç seyredenler.. Fakat bu kahveyi diğerlerinden farklı kılan her cumartesi ortaklaşa kurulan Hilmi Oflaz Sofrası. Peynir, zeytin, domates, biber, ekmek ve çaydan oluşan bu mütevazı sofrada herkese her görüşe yer var. Aralarında iş adamından, akademisyenine, doktorundan yazarına, şairinden bürokratına, emeklisinden öğrencisine kadar her kesimden, her fikirden ve her yaştan insanı buluşturan sofrada geçtiğimiz hafta biz de hem karnımızı doyurduk hem de 26 yıldır herkese açık bu sofranın hikayesini dinledik.
Son yıllarda Çamlıca’da Subaşı kahvesinde kurulan bu sofranın ilk durağı 1990’lı yılların başında Çemberlitaş’taki İLESAM Lokali idi. Necip Fazıl Kısakürek’in metafizik oğlu olarak tanınan Hilmi Oflaz’ın ikindi vakitleri gazete kağıtları üstüne açtığı bu sofrada o yıllarda öğrencilerden bürokratlara pek çok kişi kendine yer buldu, sohbet halkasına dahil oldu, köklü dostluklar kurdu. 1998 yılında Oflaz’ın vefatından sonra ise bu sofrayı kahvenin müdavimleri ona bir vefa olarak yaşatmaya devam etti. Sırasıyla Sultanahmet’teki Yazarlar Birliği’nde, Süleymaniye’deki Antik Kafe’de kurulan sofra son yıllarda ise Üsküdar’a taşındı. Çamlıca’daki Subaşı Kıraathanesi’nde her cumartesi akşamı sofrada bir araya gelen dostlar Hilmi Oflaz Sofrası’nı yaşatmaya özen gösteriyor. Zira Oflaz da vefası ve cömertliğiyle anılan bir isim.
Hilmi Oflaz Mahmutpaşa’da işportacılık yaparken bir gün Necip Fazıl Kısakürek ile tanışır ve bir daha da ayrılmaz. Kısakürek onu “Yürürken yerdeki karıncaları incitmeyecek kadar hassas, tek başına dünyanın en güçlü ordularına karşı savaşacak kadar gözü kara” diye tarif eder.
1990’ların başında öğrencilik yıllarımda sofrasına oturmuş, sohbetini dinlemiş biri olarak Hilmi Oflaz’ın öne çıkan en önemli özelliği gençlere Necip Fazıl ile ilgili anlattığı hatıralar ve kurduğu sofraya başta öğrenciler olmak üzere herkesi davet etmesiydi. Bu sofraya ilk günden bu yana dahil olan isimlerden birisi de Ankara’da yaşayan şair ve yazar Şaban Abak. “1990 öncesinde büyükşehirlerde üniversite öğrencisi olmak demek, yarı aç yarı tok, giysisi eski, saçı bakımsız olmak demekti. Bu öğrenci bir de okumaya yazmaya merak salmışsa, dergi takip ediyor, kitap okuyorsa büsbütün aç demekti” diyen Abak, bu sofranın ilk kurulduğu yılları şöyle anlatıyor: “İyilik meleği Hilmi Amca, çoğu zaman elinde dergilerle, kitaplarla mekândan içeri girer girmez önce içerideki bütün insanlara selâm verir, kendi etrafında bir tur dönüp bütün simaları inceler ve kim aç, kimin parası yok, kimin var şıp diye anlardı. Sofra kurmak için kendi parası yoksa, paralı olduğunu bildiği bir tanıdığın yanına oturur ve ‘Tahsisat-ı mestureden cebime 100 lira koy!’ derdi. O tanıdık, bu cümlenin, ‘Çocuklara sofra kuracağım ama param yok, gizlice cebime 100 lira koy’ manasına geldiğini bilirdi. Para işi tamam olunca aniden kalkar ve ‘Bir yere ayrılmayın, hemen geliyorum’ der çıkardı.”
İşte o sofradan nasibini alan o günün gençlerinden olan Yapımcı Ertuğrul Fındık o sofraya ilk davet edildiği günü ve Oflaz ile ilk tanışıklığını şöyle hatırlıyor: “1995 olmalı. Bir gün İLESAM’da otururken eski ama temiz ceketli bir adam, kırışıklarla dolu sinekkaydı tıraşlı yüzüne kondurduğu hafif bir tebessümle yaklaşıp, başıyla selamlayıp, önümüzdeki sehpada duran sigaradan iki dal aldı ve elindeki bir sigara paketinin içine yerleştirdi. Çapraz karşımdaki sedire oturdu ve cebinden çıkardığı farklı bir paketten filtresiz sigarasını çıkarıp yaktı. Birkaç saat sonra, aynı adam kolumdan tuttu ve ‘Haydi genç’ dedi ‘karnın açtır’.Bir masaya domates peynir zeytin ve ekmek konmuş, ve kahvedeki herkes masadan nevale alıyorlar. ‘Yok ben istemiyorum, teşekkür ederim’ itirazıma biraz da azarlayarak ‘kalk genç, itiraz etme’ diyerek karşı çıktı ve beni neredeyse sürükleyerek masa başına götürdü. ‘İyi ayıp olmasın bari’ gibi bir şey mırıldanıp birkaç lokma aldım. Peynir ekmeği mideme yuvarladıktan sonra yerime oturdum ve Hilmi Amcanın misafirlere sigara ikram ettiğini gördüm. O toplama paket meğer misafirlere ikram etmek içinmiş.”
1998 yılında vefat eden ve çok sevdiği üstadın ayak ucunda toprağa verilen Hilmi Oflaz’ın gazete sayfaları üzerine kurduğu bu mutevazı sofra İLESAM’da birbirini tanımayan pek çok insanı da dost yaptı. Bu dostluk tam 26 yıldır aynı sofra etrafında katmerleşerek devam ediyor. Bugün bu sofra geleneğini yaşatan isimlerin başında iş adamı Alper Kanca geliyor. Kanca aynı zamanda her cumartesi sofra etrafında toplananların tartıştığı memleket meselelerinde moderatörlük yapıyor. Yani fikirler tartışılırken öyle her kafadan bir ses çıkmıyor bir mesele enine boyuna ele alınıyor. Kanca ve arkadaşlarının sofra kadar önem verdikleri bir başka unsur da o sofranın başında dönen bu muhabbet ve dostluk. Kanca, öğrenci olarak gittiği Viyana’dan döndükten sonra dahil olduğu sofradan ve dost çevresinden bir daha hiç kopmamış. Her cumartesi ekmek, peynir, domates ve zeytin gibi kahvaltılıklardan oluşan sofranın devamlılığını sağlamak için bir “kazan” oluşturduklarını ve burada toplanan paralarla sadece Oflaz’ın sofrasını kurmakla kalmayıp aynı zamanda müdavimlerden ihtiyacı olanların da yardımına koştuklarını anlatan Kanca, en son geçtiğimiz günlerde kahvenin müdavimlerinden olan ve aramızdan ayrılan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi MYK üyesi Adem Yakar’ı son günlerinde yalnız bırakmadıklarını söylüyor ve ekliyor: “Bizim soframız da dostluğumuz da herkese sonuna kadar açık.”
Şaban Abak hafta sonları İstanbul’a geldiğinde dostlarını görmek için uğradığı adreslerden birisi de Hilmi Oflaz’ın hâlâ devam eden sofrası. Abak, Oflaz’ı ise şöyle tarif ediyor: “Hilmi Oflaz, olandan alıp olana da olmayana da ikram eden Köroğlu ruhlu bir ağabeyimizdi. Köroğlu gibi de yiğit mizaçlı, vatanperver, cesur, iyi yürekli, çok merhametli ve şair mizaçlı bir beyefendi idi. Üstad Necip Fazıl’a derin bir bağlılıkla hayran idi. Hem beyefendiliği hem olandan alıp herkese dağıtma hizmeti, Hilmi abinin Necip Fazıl Kısakürek’ten görüp öğrendiği hasletler olsa da bu güzellikler onun kendi mizacının yansıması hâline gelmişti.”
Sofranın en genç isimlerinden birisi Ayşenur Şirin. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğrenci. Şirin’in bu kahveye yolu yazar ve şair Mevlana İdris sayesinde düşmüş o günü şöyle anlatıyor: “Mevlâna İdris ile yola çıktığımızda, nereye gittiğimizi pek de bilmeden, kahve ile tanıştım. Sofraya geç kalmıştık, Cenk Bey (Yaltırak) Kaz Dağları hakkında bir sunum yapıyordu ki kahve diye adlandırılan bir yerde böylesine önemli bir konunun bu kadar detaylı anlatımı ile karşılacağımı asla düşünmezdim. Beş sene önce dahil olduğum bu sofraya ara ara uğrarım.” Şirin bu sofra etrafındaki muhabbeti neden çok sevdiğini ise şöyle açıklıyor:
“Her uğradığımda yeni bir şey öğrenmiş ve farklı bakış açıları kazanmış bir şekilde dönerim eve. Sofranın etrafındaki insanları unvanlarından sıyırdığı, herkesin eşit derecede söz hakkı sahibi olduğu kıymetli bir yanı var. ‘Genç o, bilmez’ demiyor kimse. Kültür, sanat, siyaset gibi çeşitli konuların moderatör eşliğinde konuşulduğu bu yerin en önemli kısmı da senelerce süren dostluklara sürmesine vesilesi olması bence.”
1991 yılında İstanbul’a bir üniversite öğrencisi olarak gelen ve bugün İstanbul’da öğretmenlik mesleğini severek sürdüren isimlerden Ekrem Ayyıldız, her hafta Çamlıca’da kurulan Hilmi Oflaz sofrasını yaşatmak için emek harcayanlar arasında. Ayyıldız sofranın hikayesini şöyle anlatıyor : Hilmi Oflaz Ağabeyi, İstanbul Üniversitesi’ne talebe olarak geldiğim 1991 yılında, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki Erenler Kıraathanesi’nde tanıdım. Eski Küllük ve Marmara’dan bu yana kahve camiasının hafızası, sohbetlerin merkezî ve renkli şahsiyetlerinden biri idi. Başta öğrenciler olmak üzere müdavim halkasında ihtiyacı, derdi olanlarla ilgilenirdi. Taşıdığı poşette yiyecek olur, selam veren herkese ikram ederdi; yalnız Erenler nispeten kozmopolit bir mekân olduğundan burada sofra kurduğunu hatırlamıyorum.
1993 yazından itibaren yandaki Sinan Paşa Medresesi’nde açılan İLESAM Lokali’ne geçtiğimizde bu sofrayı her gün kurmaya başladı. Neler vardı bu sofrada? Ekmek, domates, biber, salatalık, çeşitli peynir, zeytin, gününe göre pastırma, salam, simit... Onun tabiriyle yok bile yok! Artık Hilmi Abi’nin huyunu, suyunu ve belki “misyonunu” ezberlemiş olan Çarşıkapı esnafını genelde ikindi vakitleri dolaşır, bütçenin fevkinde bir nevaleyi biraz hatır gönül, biraz şamatayla tedarik ederdi. Zaman zaman alışverişe bir iki dostu da eşlik eder, poşetleri taşımasına yardımcı olurdu. Ben de birkaç kere bu keyifli alışverişlere eşlik etmişimdir.
-Şu küçük peynir parçalarını, pastırma kırıklarını da at, hadi bakalım!
-Olmaz Hilmi Abi, fazla verdim zaten.
-İnat etme, olur, olur.
İLESAM’da arka taraftaki âtıl bir masa üzerine nevaleyi yayar, gelenlere üşenmeden tek tek aç olup olmadığını sorar, yiyecekleri padişah sofrası tarif eder gibi sayar ve nihayet “Yok bile yok!” diye bağlar, sofraya buyur ederdi. O gün parası veya vakti olmayıp bir şey yememiş öğrencileri, diğer müdavimleri ve misafirleri uzun çay ve sohbet saatleri boyunca doyururdu. Bu geleneği Hilmi Abi’nin vefatından sonraki mekânlarımız olan Yazarlar Birliği, Türk Ocağı ve bilhassa Süleymaniye Zefre ve Antik kafelerde de devam ettirdik. Sofra şimdi pandemi döneminde geçtiğimiz Küçük Çamlıca Subaşı’nda kuruluyor.”