1972 yılında Ürdün’de beş kardeşten üçüncüsü olarak dünyaya gelen 52 yaşındaki Filistinli şair Semir Atiyye, İstanbul’da yaşıyor ve Filistin Kültür Evi Müdürü olarak görev yapıyor. Ancak Atiyye’nin kökleri, Batı Şeria’daki Nablus ile Cenin şehirleri arasında yer alan Sila El-Zuhr köyüne dayanmakta. Atiyye’nin babası, genç yaşta babasını kaybedince 1950’li yıllarda ekonomik nedenlerle Kuveyt’e çalışmaya gitmek zorunda kalmış. Baba Atiyye, Nekse olarak bilinen 1967 Arap-İsrail savaşı öncesi tatil zamanlarında eşinin yaşadığı Sila El-Zuhr köyüne gidip gelirmiş. Savaşın ve köylerinin İsrail işgali altına girmesi sonrası eşiyle birlikte Ürdün’e göç etmek zorunda kalmış ve daha sonra Kuveyt’e dönmüş. Kuveyt’te ilkokul, ortaokul ve lise eğitimini tamamlayan Semir Atiyye, 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sadece bir buçuk ay önce eğitimini bitirmiş. Savaş sırasında Ürdün’e göç etmiş olan Atiyye’nin hayatında göçler ve savaşlar, derin izler bırakmış. “Yaraların Anıları”, “Dönüş,” “Bu Ahmed’in (sav) Çiçekleridir”, “Gelecek Zamandan Harfler” gibi pek çok şiir kitabına imza atan Atiyye, “Yaraların Anıları” adlı şiir kitabındaki şiirleri, beş yaşındayken ailesiyle birlikte gerçekleştirdiği Filistin ziyaretinin izlerini taşıyor.
Yeni Şafak Pazar olarak geçtiğimiz hafta Anadolu Ajansı (AA) iş birliğiyle 9. kez düzenlenen Uluslararası İstanbul Arapça Kitap Fuarı’nda Filistin Kültür Evi Müdürü Semir Atiyye ile bir araya gelip hayatını ve şiirlerini konuştuk.
1980’lerin Kuveyt’inde siyasi, entelektüel, kültürel ve eğitim hayatı oldukça gelişmişti. Filistin davasına olan destek her yerdeydi ve bu, kültürel kişiliğimin oluşumunda önemli bir rol oynadı. Her yerde Filistin halkıyla dayanışma vardı. Kuveyt’te o dönem aralarında Yaser Arafat, Halid Meşal, meşhur hikayeci Gassan Kenafani ve Karikatürist Naci el-Ali gibi önemli fikir insanlarının da olduğu 350 bini aşkın Filistinli vardı. Orta halli bir ailede büyüdüm, ancak Allah rahmet eylesin, annem ve babam diğer Filistinliler gibi, eğitim ve okulda başarılı olma konusunda oldukça titizdiler. Bunun yanı sıra, evimizde Filistin atasözleri, şarkıları ve yakın tarihimizin birçok aşamasıyla iç içe bir yaşam sürdük. Babam, bizi okumaya teşvik ederdi, ayrıca Arap şiirine olan sevgisiyle bana şiiri sevdirdi. İlkokulda bana ve diğer başarılı öğrencilere hediyeler veren, hikayeler okuyan, okul kütüphanesi ve kitap fuarlarına geziler düzenleyen Arapça öğretmenim ve ortaokul ile lisede birçok öğretmenim de bu sevgiyi pekiştirdi.
Ürdün’e taşındıktan sonra savaş, Kuveyt, Ürdün, Yemen ve Irak’taki yüz binlerce aile üzerinde ağırlığını hissettiriyordu. Bu da sanat ve edebiyat dünyasını etkiliyordu. Üniversiteye giden iki ağabeyimin eğitimlerinin bitmesini beklerken birkaç yıl çalışmak zorunda kaldım. Ürdün’de dört yıl çalıştım ve 1993 yılında Kuveyt’te bitirdiğim lise diplomamı aldım. Bu kez, 1990 yılında Kuveyt’te fen bölümünde mezun olduğumdan farklı olarak, edebiyat bölümünde okudum. Zorluklara rağmen eğitimimi başarıyla tamamladım ve Sana’a Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Arap dili eğitimi almak için Yemen’e gittim. Bu yolculuk, sevdiğim gerçek edebi dünyaya adım attığım kültürel kapı oldu.
Şiire olan sevgim evde, okulda, arkadaşlarımla ve gazetelerle dergilerle okuyarak yavaş yavaş büyüdü; bu, hiç şüphesiz Arapçaya olan sevgimin önemli bir parçasıydı. Ortaokulda, kütüphane ekibine katıldım ve bu sayede şiirlere, kısa hikayelere ve edebi okumaya olan ilgim arttı. Ancak, sekizinci sınıfta Arapça öğretmenim “Munir,” isimli uzun bir şiiri ezberlediğimde bunu fark etti. Sadece birkaç mısra ezberlememiz yeterliyken, ben tamamını ezberlemiştim ve bu yüzden bana iki not fazla verdi. O yıl, “Aksa” adlı bir metin yazmıştım ve annemin şaşkınlığı ve mutluluğu büyüktü. Tabii ki, bu metinde pek çok vezin hatası vardı, ancak bu ilk denememdi. Lise yıllarında birkaç arkadaşımla yazdığımız şiirleri paylaşırdık ama ailemden saklardım çünkü şiirlerimin hayal ettiğim şiirsel koşulları tam olarak karşılamadığına inanıyordum. Sürekli okumalarla, lise yıllarımda kendi şiir kütüphanemi kurdum. Bunun yanı sıra, babam gibi dini, milli ve duygusal ilahilere olan sevgim, çeşitli şiirsel konuları tanımama yardımcı oldu. Lise sonunda ve Ürdün’e taşındıktan sonra şiir yazılarım arttı, ancak yeni bir ortamda zor yaşam koşulları nedeniyle kendimi eğitmem yavaş ilerledi. Bununla birlikte, şiir yazmak, kendimi ifade etmenin ve kalem, kitap ve kağıtla dostluğumu geliştirmenin bir yolu oldu.
Şiir yazmak bir şairin kendini, hayallerini, özlemlerini, kişisel duygularını, toplumsal hikayelerini ve ulusal, milli meselelerini ifade etme fırsatıdır. Şiir, bir ruhun çığlığıdır; yazmak, bir şairin hayali, bir yazarın özlemi, bir okuyucunun heyecanı ve bir dinleyicinin gülümsemesidir. Şairlerin ortaya çıktığı bir toplum, şairin kendi endişelerini ve arzularını ifade ettiği bir toplumdur. Bu durum sadece Araplarda değil, Türklerde de, Doğu’da ve Batı’da da böyledir. Şiir, toplumlarda böyle bir etki yaratır. Bu nedenle, bazı şiirler belirli bir olay veya hikaye olmadan ortaya çıkarken, diğerleri şairi yazmaya iten hikayelerle birlikte gelir; bu da şiire olan ilgiyi ve şairin psikolojik durumunu veya yazıldığı durumu incelemeyi artırır.
Bağcılar’daki evimden Esenler’e giden metro/tren geçerken, karanlık tünellerden çıkarak Esenler İstasyonu’nun üzerinde yeryüzüne ulaştığında birçok şiir yazdım. Bu günlükleri “Esenler: İlk Sabah, Son Karanlık” olarak adlandırdım ve o yerde bana ilham veren çeşitli şiirler yazdım. Bu şiir kitabını bu adla basmayı düşünüyorum çünkü trenin karanlıktan ışığa geçişi bana ilham oldu.
Okumak bir hayattır, yazmak ise onun devamıdır. Şiir yazmak ise bitmeyen, sürekli yenilenen bir hayattır. Eğer şair dünyadan göçerse, şiirleri insanların kalplerinde ve dillerinde yaşamaya devam eder, ölmez. Hissettiğim tüm güzel ve iyi duyguları şiirle insanlara aktarmayı arzu ediyorum. Gün batımını seyrederken bana ince ve zarif mısralar ilham verir, acı veren haberleri izlerken ise şiirlerim mürekkeple değil kanla yazılır. Şairi harekete geçiren duygular fakirle, mazlumla, sabah uçan kuşla, ya da eğitimine devam etmek ya da iş bulmak için evinden ayrılan oğlunu uğurlayan anne ile birliktedir. Aşktaki asil duygular, güzellikleriyle bana selam veren çiçekler, İstanbul’daki evimizin yakınında büyüyen incir ağacı bana Filistin’deki köyümüzdeki incir ağaçlarını hatırlatıyor. Tüm bu duygular, düşünceler ve hayaller birleşerek şiirlerimizi oluşturur.
Tabii ki, Türkiye’de yaşamaya başlamadan önce de Türk şairlerden ve yazarlardan ilham aldım. Bunu okuduğum tercüme edilmiş edebiyat eserleri, kitaplar, dergiler veya üniversitede Edebiyat Fakültesi’nde okuduğum metinler aracılığıyla yaptım. Araplar ve Türkler arasındaki kültürel ve tarihi ilişkinin özelliği ve bilgi alışverişinin önemi, yazarlar, eleştirmenler ve akademisyenlerin Türk edebiyatını tanımalarını sağladı. Bu ilgi, 2000 yılından sonra daha da arttı. Türk Kültür Bakanlığı ve Türk edebiyat kurumları, Arap yaratıcılarla iletişim köprüleri kurmaya büyük özen gösterdiler. Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Namık Kemal ve diğer yazar ve şairleri okudum. Türk şiirini Arapçaya çevrilmiş olarak okumak, Türk edebiyatını, Türk şairlerin ilgi alanlarını, fikirlerini ve yaratıcı deneyimlerini daha iyi anlamamı sağladı. Bu da beni çağdaş Türk tarihinin bazı duraklarına götürdü.
Üniversitede, eserlerin diğer dillere çevrilmesinin önemini öğrendim ve şu anda Türkçeye çevirmeyi düşündüğüm birkaç edebi eserim var. Kültürel alışveriş ve yazarların tanınması ancak çeviriyle mümkün olur. İstanbul’da birkaç yıl geçirdikten sonra, yazdıklarımdan bazılarını Türkçeye çevirmem gerektiğine karar verdim. Az önce de söylediğim gibi, yazarlar ölür, ancak kitaplar kalır. Bu yüzden bir yazarın yazdıklarını sunabileceği daha geniş coğrafi alanlara ve daha büyük bilgi dairelerine sahip olması önemlidir. Eğer bu şekilde düşünmezsem, ne şiire ne de yaşadığım yere vefalı olurum.
Halkımız, on yıllardır işgal altında, günlük olarak katliam, tutuklama, zorunlu göç ve yerleşimlerle süregelen bir acı içinde yaşamaktadır. Gazze’ye yönelik on aylık saldırı süresince, işgalciler vahşet ve suçlarını artırdı. Bu durum beni, bir Filistinli, bir Müslüman ve bir insan olarak derinden yaralıyor. Şair Semir Atiye olarak, Filistin ve Gazze’ye karşı Filistinli, Müslüman ve insan kimliğimle bir sorumluluğum var. Bu büyük bir sorumluluktur. Dünyaya gelince, bu aylar boyunca hakkı savunmada, mazlumu korumada ve soykırımı durdurmada başarısız oldu. Bu durum, dünya ve uluslararası kurumlar hakkında büyük soru işaretleri uyandırıyor; masumları öldürmekten alıkoymadaki etkinlikleri ve yetenekleri konusunda ciddi şüpheler doğuruyor. Filistin halkı, kendini vahşi ve barbarca bir ölüm makinesine karşı savunmak için mümkün olan tüm yollarla çabaladı. Bu ölüm makinesi, büyük devletler tarafından desteklenmektedir. Bu nedenle, dünya harekete geçmeli ve biz de Filistin, Gazze ve oradaki halkımız için soykırımı durdurmak adına sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz.