Lütfi Bükülmez hatıralarında: Savaşın sadece cephede olmadığını anlatıyor
Latife Beyza Turgut
04:0029/06/2025, Pazar
G: 29/06/2025, Pazar
Yeni Şafak
Sonraki haber
Lütfi Bükülmez
Tarihçi Mümin Yıldıztaş ve M. Berke Merter, “Doğu Cephesi Günlüğü ve Filistin Hatıraları” kitabıyla I. Dünya Savaşı’na süvari asteğmen olarak katılan Lütfi Bükülmez’in hatıralarını gün yüzüne çıkarıyor. Yıldıztaş, Osmanlı’nın son dönemde çok kısa süreler içerisinde üst üste savaşlar, badireler atlattığını ifade ediyor. Savaşın sadece cephede değil, köylerde, hastanelerde ve kadınların omzunda da sürdüğünü gözler önüne seren hatıralarla ilgili Merter ise “Köylerde insanların perişan hali beni çok etkiledi. Anıları okuduğumuzda artık savaşlardan yorulmuş bir toplum görüyoruz” diyor.
Ailesinin tarihine ışık tutmak için yola çıkan M. Berke Merter, tarihçi Mümin Yıldıztaş ile birlikte imza attıkları “Subaşızâdeler - Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet ve Toplum Hizmetinde Bir Aile” kitabından sonra yeni bir çalışmayı daha okura sunuyor. İkilinin yeni çalışması, Merter’in aile büyüklerinden I. Dünya Savaşı’na süvari asteğmeni olarak katılan Vakanüvis Lütfi Efendizâde Lütfi Bükülmez’in hatıralarını gün yüzüne çıkarıyor. “Doğu Cephesi Günlüğü ve Filistin Hatıraları” kitabı bir yandan Lütfi Bükülmez’in hatıralarına yer verirken diğer bir yandan Mümin Yıldıztaş’ın titiz çalışmasıyla Doğu ve Filistin cepheleri ve cephe gerisine dair önemli bilgiler sunuyor. Mümin Yıldıztaş ve M. Berke Merter ile bir araya gelerek Vakanüvis Lütfi Efendizâde Lütfi Bükülmez’in hatıralarını konuştuk.
Mümin Yıldıztaş
Subaşızâdeler’den sonra aile üyelerinden bambaşka bir ismin hikâyesini daha kayda alarak okurla buluşturdunuz. Bu ikinci kitabın fikri nasıl oluştu?
M. Berke Merter:
Mümin Bey ile Subaşızadeler kitabını başarıyla hazırlayıp bitirdikten sonra bu çalışma bize yeni bir kapı açmış oldu. Benim babaannemin ağabeyinin kızı olan Gülsen Bükülmez, -ki ben ona “büyük hala” derim- bana kendi arşivini açtı. Bu arşivde babasında kalma el yazısıyla savaş günlükleri ve çok sayıda savaştan kalma fotoğraf vardı. Lütfi Bey, bir Alman subayı tarafından hediye edilmiş fotoğraf makinesiyle o zaman bol bol fotoğraf çekmiş. Ve bu fotoğraflar hiçbir zaman yayınlanmamış. Hem bu fotoğrafları hem de -bir sonraki projemiz olan- babaannemin dedesinin babasının yani Ahmet Lütfi Efendi’nin el yazmasıyla Hicaz seyahatnamesini bizimle paylaştı. Ben de yine Mümin Hoca’ya beraber çalışmayı teklif ettim. Subaşızadeler kitabında ister istemez ben aile bilgileriyle ilgili çok ön araştırma yapmıştım. Bu çalışmadaki katkım biraz daha sınırlıydı ama Mümin Hoca akademik katkısıyla bu çalışmayı taçlandırdı.
Mümin Yıldıztaş: “Lütfi Bükülmez” adına ilk defa Subaşızadeler kitabında rastladık. Orada onu Trakya Paşaeli Cemiyeti’nin kurucuları arasında Berke Bey’in dedesi Ahmet Muhtar Bey’ Merter’in yanında gördük. Bu bizim için sıradan bir olaydı. Sonradan Berke Bey, Lütfi Bükülmez’in hatıralarından, günlüklerinden bahsedince tabii ki tarihçi kimliğiyle olaya daha fazla dikkat kesildim. Lütfi Bükülmez ile ilgili de bir yayın yapabileceğimizi konuştuk. Daha sonra büyük halası Gülsen Hanım’ı ziyarette bulunduk, arşivini gördük. Elindeki fotoğraflar hakikâten önemliydi. Fotoğrafların bir çoğu Lütfi Bükülmez’in kendisininde yer aldığı karelerdi. Ve çok güzel doğal, askeri manzaralar, toplantılar… Bunlar tarih açısından çok kıymetliydi.
M. Berke Merter
Mutlaka günlük tutmuş olmalıydı
Doğu Cephesi günlüğü ve Filistin hatıralarına da bu belgeler arasında mı rastladınız?
M. Y.
: Doğu cephesi günlükleri Gülsen Hanım’ın arşivi sayesinde elimizdeydi. Bir yandan bu el yazısı günlüklerin transkripsiyonuna başlamıştık. Diğer yandan da Lütfi Bükülmez’in ailesi hakkında araştırma yaparken bir anda karşımıza Lütfi Bükülmez’in Filistin hatıraları çıktı. Eğer, Filistin cephesinde bu çarpışmışsa, yer almışsa mutlaka Doğu cephesi günlükleri gibi onunla ilgili de günlük olmalıydı diye düşündük. Fakat bu günlüğün elimizde olmaması bizim için önemli bir sıkıntıydı. Çünkü yayında Filistin fotoğrafları kullanacaksak, Doğu cephesi anlatılırken bu fotoğrafları kullanmak uygun olmazdı. Fotoğrafların Filistin cephesine ait olduğu kesindi çünkü arkalarında tarih, zaman ve kimlerle beraber olduğu yazılıydı. Bir bakıma bir çıkmaz içindeydik. Allah’tan aile araştırmasını yaparken bir gazetede karşımıza çıktı: 1936 tarihli Haber Gazetesi. Gazetenin “Bize Göre Filistin Cephesi” isimli bir yazı dizisi yayınladığını öğrendik. Bu tefrikanın 20. bölümünden itibaren 26. bölüme kadar Lütfi Bükülmez’in hatıralarına yer verdiğini tespit ettik. Bu makaleler, Harf İnkılabından sonra “A. E.” rumuzlu bir gazetecinin imzasıyla yayınlanmış ama yayınlandığı yerde kalmış. Biz bu hatıralara ulaşınca adeta sevincimizden kanatlandık. Belli ki bu hatıralar Lütfi Bükülmez Filistin cephesindeyken tutmuş olduğu günlüklerden elde edilmişti. Belki de Lütfi Bey, günlüklerini yayımlanmak üzere A. E. rumuzlu gazeteciye teslim ettiği için günlükler ailenin elinde değildi. Çünkü eğer günlükler ailenin elinde olsaydı Gülsen hanım diğer belgeler gibi onları da titizlikle saklardı.
Savaşa girmeden büyük zayiat veriliyor
Lütfi Bükülmez’in ortaya çıkan bu hatıraları aynı zamanda I. Dünya Savaşı’ına dair kaydedilmiş çok nadir subay günlüklerinden biri. Bu anlamda kaydedilen anılar ve olaylar içerisinde dikkat çeken neler var?
M. B. M:
O devirde köylerde insanların perişan hali beni çok etkiledi. Anıları okuduğumuzda artık savaşlardan yorulmuş bir toplum görüyoruz. Henüz çarpışmaya girmeden zaten çok büyük bir zayiatı yolculuk sırasında, hastalıklarla veriyorlar. Yol boyunca şunu da gözlemliyor; artık ve imkânsızlıklar sebebiyle kasabalar çöpten, kirden geçilmiyor. Tabii ki bu salgın hastalıkları beraberinde getiriyor. Kolera hızla yayılıyor. Yine günlüklerinde bölüklerinin içerisindeki salgın hastalıklardan ve koleradan bahsediyor. Hatta kendisi de hastalanıyor.
M. Y.
: Osmanlı Devleti çok kısa süre içerisinde üst üste büyük savaşlar, badireler atlatmış. 93 Harbi sıkıntıları daha bitmeden 1900’lü yıllara giriyoruz. 1911’de Balkan Savaşları daha öncesi Trablusgarp. Balkanlar’da önemli bir coğrafyayı kaybediyoruz. Muazzam bir travma ve milyonlarca insan Balkanlardan İstanbul’a hicret etmek durumunda kalıyor. Bu insanlar henüz daha yerleştirilememiş, yer yurt edinememiş. Yine Rusların baskıları sonucu milyonlarca Çerkez ve Gürcü, Anadolu topraklarına sığınıyor. Gelen insanların yarıdan fazlası hastalıktan ölüyorlar. Böyle bir ortamda I. Dünya Savaşı’na giriyoruz. Lütfi Bükülmez de 1916 yılı, yani savaşın ikinci yılında askere alınıyor. İstanbul’dan çıktıktan sonra Pozantı’ya kadar zaman zaman trenle gidiyorlar. Tren mola verdikçe, halkı gözlemliyor ve bunları kaleme alıyor. Ancak Pozantı’dan sonra demiryolu bitiyor. Bir süre yaya gitmek durumunda kalıyorlar ve Bükülmez en önemli anıları da bundan sonra kaleme alıyor. Köylere uğruyorlar, köylerde erkek yok. Erkekler ya ölmüş ya da savaştalar. Mesela bir kadınla karşılaşıyorlar; beş çocuğu ile dul kalmış. Kocası Çanakkale’de şehit olmuş. Bir başka yerde tarlada çalışan kadınlarla karşılaşıyor, onları için “Bu kadınlar artık kadınlıktan çıkmış” diye anlatıyor. Hayatın tüm yükü kadınların üzerinde. O dönemin hastalıkları, gıda yetersizliği, yazı ve kışı geçirme şartları, barınma şartları bunları düşünün… Biz savaşın sadece cephede erkekler tarafından yapıldığını düşünüyoruz. Ama esas arkadaki yaşam, savaşın arka cephesi bu savaştan daha korkunç bir durum. Tarlada, çocukların yetiştirilmesinde. Sosyal düzenin temininde artık her yerde kadınlar var. Sonra yol güzergahında Ergani’de bir hastaneden bahsediyor mesela. Diyor ki, “Eğer üzerinde yırtık bir Kızılay bayrağı görmeseydim buranın bir hastane olduğuna bin şahit isterdik. Ki İstanbul’daki muhacirlerin tedavi edildiği yerler de buradan çok farksız değil.”
Filistin cephesi için Halep’te toplanıyorlar
Bu seferde nasıl bir strateji izliyorlar? Hatıralarında böyle bilgilere yer veriyor mu?
M. Y.
: Nereye gittiklerini de tam olarak bilmiyorlar aslında. Karar değiştirerek Diyarbakır yoluyla önce Ergani’den daha sonra Hozat’a gidiliyor. Lütfi Bükülmez, Üçüncü Süvari Tümeni’nin bir alayında yedek subay. Açıkçası günlerce savaşma pozisyonda kalmıyorlar. Çünkü 1917 Rusya Bolşevik Devrimi’nin etkileri başlıyor. Bu etkiler bizim Doğu Cephesi’ne de yansıyor. Doğu Cephesi’nde artık Rusların o eski hararetli hali yok. Yalnızca bir sefer çok önemli bir tehlike içerisinde kalıyorlar. Sonra Ruslarda yapılan Brest-Litovsk Antlaşması’ndan sonra ordu, Enver Paşa’nın emriyle geriye doğru çekiliyor. Ve tabii ki Filistin cephesine gitmek üzere Halep’te toplanıyorlar. Bir süre Halep’te kalıyorlar. Lütfi Bükülmez, oradaki anılarında biraz daha güzel günlerden bahsediyor. Daha sonra Filistin cephesine geçiyorlar. Biz bu Filistin günlerini bahsetmiş olduğumuz 1936 yılında gazetede yayınlanan hatıralardan takip edebiliyoruz.
Filistin bölgesinde nasıl bir tutum izliyorlar? Bir kuşatma söz konusu mu?
M. Y. :
I. Dünya Savaşı’ndan önce Mısır, Osmanlı Devleti’nden fiili olarak kopmuş bir coğrafyaydı, İngilizler vardı. Savaşa girildiğinde İngilizler Mısır’ı özellikle de Süveyş Kanal’ı elde elde tutmak istiyorlardı. Enver Paşa ve ekibi de eğer bir kanal harekatı yapıp kanalı ele geçirirsek, müstemlekelerden gelecek olan askerlerin önünü geçmiş oluruz düşüncesiyle 1915 yılında Kanal Harekatlarını gerçekleştirdi ancak başarılı olamadı. Bükülmez bu konuda yine hatıralarında ordudaki imkânsızlıklardan bahsediyor. Kanal harekatlarından sonra İngilizler taarruza geçiyor ve Gazze Muharebeleri oluyor. İlk iki muharebeyi Türk ordusu kazanıyor fakat üçüncüsünde Gazze’yi terk etmek durumunda kalıyoruz. Kudüs’ün düşüşü gerçekleşiyor. Osmanlı, Kudüs’e o kadar önem veriyor ki toprak kaybı olan her yerde çok direnç gösterse de Kudüs’te “Kudüs aman zarar görmesin” diye burayı bir savaş alanı olarak görmüyor.
M. B. M
: Ben bunu çok büyük bir medeniyet göstergesi olarak görüyorum. Geleceği de düşünerek, Kudüs’ün tarihinin insanlığa mal olduğunu düşünerek orada çatışmamışız. Yani esasında çok büyük bir medeni bir davranış gösterdik ki Bugün maalesef görüyoruz ki o coğrafyada aynı medeni bakışa sahip olamayanlar savaşıyor. Gazze yerle bir edilmiş.
M. T.
: Biz Kudüs’ten çıkmışız ancak bölgeyi terk etmemişiz. Tarihe baktığımızda en fazla direndiğimiz ve son ayrıldığımız cephe Filistin Cephesi’dir. Çünkü Osmanlı, bu noktanın önemini biliyor ve gelenler tarafından bölgenin ne gibi bir şekil alacağını öngörüyordu. Ki bugün biz de bölgenin önemi daha da iyi anlıyoruz. Lütfi Bükülmez de bu cepheden ayrılışı ordunun “büyük felaket” olarak nitelediğinden bahsediyor. Burada şunu vurgulamam gerekir, bizim hep Filistin cephesinde Filistin’i terk ettiğimizden, savaşmadığımızdan, bilinçli olarak geri çekildiğimizden bahsedilir. Bu bir haksızlıktır. Cephelerin durumunu, asker durumunu, silah durumunu lojistik destek durumunu göze alarak savaşı değerlendirmek lazım.
Ali Şefik Bey, oğlu Lütfi Bükülmez ile birlikte
Olimpiyat şampiyonu kaşifi
Lütfi Bükülmez hakkında neler biliyoruz?
M. B. M.
: Robert Koleji’nden mezun. Sonrasında İngiltere’ye gönderiliyor. Burs alıyor mu nasıl gönderiliyor bilemiyoruz. Ama Gülsen Hanım’ın anlattığı kadarıyla İngiltere’de okurken daha ilk yılında I. Dünya Savaşı patlak veriyor ve dönüp savaşa katılıyor. Bu çok etkileyici geliyor bana.
M. Y.
: Ayrıca aileden gelen bir yazma yeteneği var. Dedesi Vak’anüvis Ahmet Lütfi Efendi. Babası Ali Şefik Bey’in de bir takım devlet memuriyetleri var ama biz Ali Şefik Bey’i biz en çok Türk güreşine vermiş olduğu hizmetle tanıyoruz. Ali Şefik Bey, bir cihan şampiyonu olan “Kara Ahmet”i yetiştiriyor. O dönemde güreş sporuna dünya çapında ilgi var. Kara Ahmet, Hergeleci İbrahim, Adalı Halil gibi isimler Avrupa’da “Türk gibi kuvvetli” sözünün dünyada kullanılmasına yol açan isimler. Bu güreşçiler Amerika’ya Avrupa’nın değişik kentlerine gidiyor ve her defasında yenilmeden dönüyor. Onları izlemek için on binlerce insan toplanıyor. İstanbul’dan gelen padişahın aslanı, İstanbul aslanı gibi tabirlerle anılıyorlar. Kara Ahmet’i de Ali Şefik Bey yetiştiriyor. Kendisi de bedenen çok güçlü. Tek eliyle demiri bükebilecek güçte. Bu özelliği oğluna da intikal ediyor. Lütfi Bükülmez de bürokratik görevinden dolayı Mersin’de bulunduğu süre içerisinde yine dünya olimpiyat şampiyonlarımızdan Mersinli Ahmet Kireççi’yi keşfediyor. Onu Türk sporuna kazandırıyor. Mersinli Ahmet Kireççi, Atatürk tarafından bizzat ödüllendiriliyor.
Sıradaki kitap Hicaz hatıraları
Ortak yürüttüğünüz yeni çalışmalarınız var. Sıradaki yayın hakkında neler söylemek istersiniz?
M. B. M.
: Lütfi Bey’in büyük dedesi Osmanlı Devleti’nde olayları gün günde kaleme alan vak’anüvislik müessesinde. Aynı zamanda Şura-ı Devlet üyesi. Hicaz bölgesinde o zamanlar bir çift başlılık hakim. Hem Hicaz valileri hem de Mekke emirleri var. Zaman zaman yetki çatışmalarına giriyorlar. En sonVak’anüvis Ahmed Lütfü Efendi döneminde böyle bir hadise gerçekleşiyor. Dönemin Hicaz valisi ile Mekke emiri arasında bir sürtüşme oluyor. Ahmet Lütfi Efendi de olayı tahkik etmek üzere görevlendiriliyor ve İstanbul’dan Cidde’ye gemiyle bir yolculuğa çıkıyor. Bu sırada yıllar sonra torunu Lütfi efendinin yapacağı gibi günlük tutuyor. Oradaki gözlemlerini bu günlüğe yansıtıyor. Bu günlük elimizde. Zannediyoruz bu yılın sonlarına doğru yayına hazır hale gelecek.