Yedi yıl önce Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ‘basın’ dalında yılın yazarı seçilen usta yazar Mehmet Şeker’le yollarımızın kesişmesi uzun zaman öncesine dayanır. Bu karşılaşmadan bir ağabey-kardeş ilişkisinin doğduğunu, bu ilişkinin dostluğa uzandığını ve “Gönüller bir” cümlesiyle doruğa ulaştığını yaşayarak gördüm.
Bir ağabey olmaktan öte, şair, hikâyeci ve yazar Şeker. Bir gazeteci aynı zamanda; yaklaşık 30 yıllık Yeni Şafaklı. Bütün bu mesleklerini besleyen iki ana damar var: İnsanlık ve merhamet!
Üç yıl önce neşredilen Geçti Dost Kervanı’nı okuduktan sonra sıradaki kitabını heyecanla beklediğim Şeker’in yeni eseri Hana Vardık Yağmur Dindi’nin (İz Yayıncılık) kapağı geldi önce. Tasarımını Emir Tali’nin yaptığı kapağın kompozisyonu şöyleydi: İki kuş, sarı ay, kırmızı zemin ve yağmur. Sonra kitap geldi. Merakla bekliyordum; bir gecede okudum. Bolca çay ve Kerkük türküsü eşlik etti okumama. 125 sayfada 25 hikâye var. Kısa yazıyor Şeker. Ortalama beş sayfalık metinler. “Ülküm’e” hitabıyla başlıyor eser. Ülkü, vazgeçilmez olan neyse o!
Şeker’in hikâyesi üzerine söylenebilecek ilk ve en gerçekçi tespit, yazarın ‘kendimizi hikâyenin içinde bulmamızı’ sağlayan üslubu. Nedeni de bu hikâyelerin doğduğu ve yollandığı adresin Anadolu olması. Yalın bir dille nakledilenler, yazarın hayatı ve hatıralarından izler de taşıyor. Bir anlatıcı ustası Şeker. Memleketin dört bir yanından derlediği ‘yaşanmışlıklar’ı hikâye ediyor. Ortaya biraz hüzünlü, biraz mizahi, ‘gerçek ve sıcak’ metinler çıkıyor. Fakat ne kadar hüzünlü olursa olsun Şeker’e ait o ‘ince mizah’ın hikâyelerinde de her zaman olduğunu belirteyim.
Kitaptaki ilk hikâye hüzün yüklü: Karagöz’e Kıyılır mı? Olay şöyle gelişir: Bir kuzu alınır, kurbanlık. Evin küçük oğluna teslim edilir. Adı Karagöz olur. Çocuk-kuzu ilişkisi o derece ilerler ki, “Bir süre sonra ben onun gibi kokmaya başladım, Karagöz de ben gibi” (s. 11), safhasına gelir. Derken Karagöz büyür. Kurban edilmesi düşünülür fakat edil(e)mez. Satılmasına karar verilir. Satışı küçük Mustafa yapar ve “Havada uçarken vurulmuş güvercin gibi yere çakılır” (s. 16).
Lastikçi Hep Açık’ta 12 Eylül yorumu: ... Bir lastikçi, bir kaportacı asalım denk gelsin, haksızlık olmasın, dengeyi koruyalım derlerse kim itiraz eder! (s. 110) Kimse edemezdi, hele o günlerde..
Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kızıma başlıklı bir şiiri vardır. Öğüt verir kızına. Şeker de hikâyeleri aracılığıyla hikmetli sözler söylüyor, öğütler veriyor. “Nele va” diyor Biberci Nine gibi..
En Uzun Gece, dört kanaldan ilerliyor. Gecedir. Eve getirilen iş var, yapılacak, bu bir. İş eve getirilmeden önce tıraş olunmuş; tıraşı istenmeyen biri yapmış bu iki. Mustafa (rahmet olsun) çok iyi kahve yapar bu üç ve kahramanın bakışı/yorumu bu da dört. Neden anlattım bunu. Şundan: Çok iyi film olurdu bu ‘gece’.
Hana Vardık, Yağmur Dindi’nin sonunda bir ‘soygun/soyulma sahnesi beklemedim değil. Herkes atının başına koşar. Geride kalan biri ortalıkta ne varsa toparlayıp götürür. Yazar iyi niyetli olunca!..
At hikâyesi aslında ‘köy artık bitmiştir, çifte-çubuğa elveda demek zamanıdır’ın anlatımı. Ne at kaldı ne toprak; ne de çift ve saban.
Ben Zıpır için ayrı bahis açmak gerek. Metin, bir köpeğin gözünden anlatılıyor. O sadık hayvan sanki insanlaşıp çıkıyor karşımıza. Düşünüyor, konuşuyor, hayâl ediyor.
Acı ve fakat ibretlik bir cümleyle karşılaştım Kampana Cemil’de: Kampana Cemil, kumar düşkünüdür. Hem kumara düşkündü hem kumardan dolayı düşkün (s. 46).
Deprem Habercisi’nde çocuk saflığını resmeden şu cümleyi okuduğumda hem güldüm hem de iç çektim, derinden. Çocuk babasına soruyor: Mesai Nerede baba? Fabrikanın içinde mi? (s. 57).
Arkadaş Günlüğü’nde karşılaştığım, “Günümüzün aşkları” ... “otobüs duraklarında başlayıp bitiyor” (s. 25), cümlesiyle eskiye gittim bir an. Artık otobüs duraklarının yerini internet almış olmalı. Duraklar eskide kaldı!
Bir Evin Üç Ahmet’i, Türkiye hikâyesi, Türk hikâyesi. “... Koca Ahmet dayı rahmetlendi” (s. 19) diyor metnin ortalarında. Rahmetlenmek unuttuğumuz bir kelimeydi, hatırladık tekrar.
Kitaptaki birbirlerinden güzel hikâyeler arasında tekrar tekrar okuduğum ikisini burada zikretmeliyim. İlki Böyle Giderse, ikincisi de Çöpü Atmak Lazım.
Yazdıklarında kendisiyle konuşuyor, hatta hafif alayla yaklaşıyor Şeker: Bırakıp gitsen bir türlü... Ne türlüsü yahu! Izgara köfte yemiştik. Songül “İyi akşamlar.” dedi. “Akşamlar hep iyidir zaten.” dedim, kendi kendime (s. 26). Bazen cümleleri türküleşiyor: Gelmedi Karagöz. Yüreğimde yara göz (s. 16). Yerel ağıza, karakterin ağzına bağlı kalıyor. “Aunegi” diyor, “güccük”, “yağnış”, “Malimoca”, “Ağmeda”, “üretmen”.
“Türkiye’de köy hikâyesi yazılmıyor” diyenler Şeker’in bu eserini okumalı kaydını da düştükten sonra kitaptaki Yabana Gitmez hikâyesinden bir cümleyle bitireyim. Kim ne anlarsa, kısmetine: Kim kime ne verirse, alan O’dur. Hiçbir zaman yabana gitmez. Bilesiniz (s. 125).
Burada mikadandır tesbihler / Güvercinler taştan yontulur / Bilinen kokusu yoktur gülün / Yalnız serçe vardır sokaklarda / Ne gezer keklik, sülün / Ne gezer mavilibaştankara / Burası köy-kasaba değil; nâmı büyük Ankara. Mehmet Şeker, Mekân şiirinden
Bazı kitapları ‘sen’ arar bulursun, bazı kitaplar da ‘seni’ bulur. Halil Cibran’ın Cağaloğlu Yayınevi’nce (2023) yayımlanan Müziğin Ruhu adlı kitabı okuru arayıp bulanlardan. Sanırım İmam Gazali’ye ait bir söz var: Müzik, insanın içinde ne varsa onu çoğaltır. Müziğin Ruhu’nu okurken bu sözü hatırladım. Yazının başlığını da bu sözden ilhamla belirledim.
İki bölümden oluşuyor Cibran’ın eseri. İlk kısım Türkçe, ikincisiyse Arapça. Türkçe olan kısım 28 sayfa. Kitabın içeriğini oluşturan ve Türkçe’ye ilk defa çevrilen yazı, 1905’te New York Al-Mohajer Printing Departmenet dergisinde yayımlanmış. Hatta derginin ilgili sayısının kapağından anonsu yapılmış. Çevrisi genç bir isme ait: Gülnur Erdoğdu. Sadece Türkçe’ye değil Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça’ya da çevrilmiş kitap. Eserin girişine şu cümle konulmuş: Büyü, ey ilk kâinat, semalarında yayılıp havayı yumuşak ruhlarla doldur ve insana işiterek görmeyi ve kalbiyle duymayı öğret. Bu cümledeki işiterek görmek durumu ilgi çekici. Okumaya başlamadan önce uyarılıyor okur: Musikiye bu açıdan hiç bakmamıştım, diyeceğiniz eser (s. 8).
Minik kitabında medeniyet müzik ilişkisini irdeliyor Cibran. Kısa bir izah metni ortaya koyuyor. “Keldaniler ve Mısırlılar ona ... büyük bir ilahmış gibi secde ediyordu. Persler ve Hintliler, müziğin insanlar arasında Tanrı’nın ruhu olduğuna inanıyordu.... Yunanlılar ve Romalılar için müzik kudretli bir tanrıydı” (s. 13).
İnsanlığın binbir şekilde adlandırdığı müziği makamlarla izah ediyor yazar. Nihavent, ısfahan, saba, rast gibi. “Nihavent oğlu uzak diyarlarda olan bir annenin duasıdır ... ısfahan da ümidi kırılan birinin iniltisidir ... saba gençlik esintileri gibidir, ... Karanlığın yenilerek şafağın yaklaştığını haber veren rast...” (s. 23-26).
Birçok ‘müzik’ tarifi var Cibran’ın. Bunlardan bazılarının altını çizdim. Bakalım: Sevgilim, ruhun sesi olan müzikte vücut bulmuş duygularının cevheriyle beni sözlerinin özünden alıkoydu (s. 9); Evet, ruhların dilidir müzik ... Duyduğunuz hüzünlü seslerin toplamıdır. ... Neşeli ezgilerin bestelenmesidir. (s. 10); Müzik, kalbin içinde barındırdıklarını anlatır ... o, kalplerin konuşmasıdır ... Müzik, kandil misali ruhun karanlığını uzaklaştırıp kalbi aydınlatır (s. 11); Müzik, törenlerde görkemin, bayramlarda mutluluk ve sevincin simgesidir. Evet, onsuz mutluluk dilsiz bir kızı anlatır (s. 15-16); Müzik, çobanın yalnızlığına yoldaştır, ... ıssızlığı yok eder, ... yolları kısaltır. ... ruhumuza eşlik eder (s. 18-19); Müzik; şiir ve fotoğraf gibi insanın farklı hâllerini yansıtır (s. 22).
Müziğin Ruhu’nda ‘ilk kitap’a pek yakışmayacak tireleme hataları var. İyi olmamış. Hatta 13. sayfada bir cümle yarım kalmış: Müzik ölmedi bilakis insa...
Her ne olursa olsun Cibran, ilk Arapça eserinde duyduğu ve gördüğü müziği anlatıyor. Okur olarak bu kitabın gelip sizi bulmasını beklemeyin...