İzmir Ekonomi Üniversitesi hocalarından Prof.Dr. Hasan Mert İzmir özelinde mahalli tarih çalışmaları, seyahatnameler ve Çanakkale Muharebeleri tarihi alanlarında çalışıyor. Cumhuriyetin 100. Yılı tüm yurtta coşkuyla kutlanırken biz de hocamızla 100 öncesine gidip verilen mücadelede Anadolu halkının özelde ise Anadolu kadının rolünü konuştuk.
* Cumhuriyetimizin 100. yılındayız. Öncelikle şunu sormak istiyorum; Cumhuriyet bize neler kazandırdı?
Söze başlarken açıklık getirmek istediğim bir husus var. Ülkemizde ne yazık ki, Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’ni rakip gibi göstermek isteyen bir zihniyete rastlıyoruz. Cumhuriyetin faziletlerini saymak için Osmanlıyı kötülemek gerekir gibi bir yaklaşım var. Oysaki bu ikisi de bizim devletimiz ve birbirinin bir devamıdır. Kısaca söylemek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin devamıdır. Cumhuriyet’in kökenlerini de yapılan pek çok inkılap hareketinin başlangıcını da o devirde bulmak mümkündür. Bu itibarla kaybedilen zamanı telafi ve ülkeyi ayağa kaldırmak için büyük bir çaba gösterildi. Öncelikle devletin adı konulmuş oldu ki, bu suretle Göktürklerden sonra tarihte Türk adını alan ikinci devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Muallakta kalmış iken kesinleşen ikinci konu ise devlet reisimizin belirlenmiş olmasıdır. Aynı zamanda 29 Ekim’den itibaren meclis hükümeti yerine kabine sistemine geçilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı ile öncelikle Türk tarihinin en köklü değişimi yaşandı, yani binlerce yıllık hanedanlık geleneğinin yerini millet iradesi aldı.
* Bu köklü değişim topluma nasıl yansıdı peki?
Millet hanedanın bir kulu kalmak yerine birey olma bilincine yükseldi. Kişisel hak ve hürriyetler arttı. Anayasa, medeni kanun, ceza ve ticaret gibi hukukun pek çok alanında reformlar yapıldı. Ancak Cumhuriyetin bence en önemli kazanımı eğitim ve kültür alanında olmuştur. Gerçek düşmanın cehalet olduğu bilinciyle eğitimin toplumun her kesimine yayılması, kolaylaşması sağlanmıştır. On yıllarca süren savaşlardan maddi-manevi etkilenen Türk milletinin, sağlık alanında yapılan çalışmalarla rehabilitasyonu sağlanmıştır. Ekonomi alanında dışa bağımlılık yerine milli iktisat politikaları benimsenmiştir. Geçim, tarım ve el sanatlarıyla sınırlı iken şeker, dokuma gibi fabrikalarla yerli ve milli sanayinin temelleri atılmıştır. Sosyal alanda gerçekleşen inkılaplarla da Türk toplumunun dünya ile entegrasyonu sağlanmış, çağdaş bir hayata geçilmiştir. Hatta sanatın çeşitli dallarında uzmanlar yetiştirilerek dünyaya Türk kültürünün tanıtılması sağlanmıştır.
* Türkiye Cumhuriyeti çok zor süreçlerden geçerek kuruldu. Anadolu halkı bu süreçte nasıl bir rol oynadı?
Osmanlı Devleti’nin dağılma süreci çok sancılı olmuştu. 600 yıllık bir sistemin tasfiyesi zaten kolay olamazdı. Hele ki XX. Asır, ardı ardına kayıplarla başlar. Önce 1911-1912 Trablusgarp harbiyle Kuzey Afrika’dan çekiliriz; 1912-1913 Balkan Harbi’yle, Rumeli’ye elveda deriz; 1914-1918 Cihan Harbi, Ortadoğu’nun parçalanmasıyla sonuçlanır. Mondros ateşkesi (30 Ekim 1918) imzalandığında Türk halkı barış geldi diye umutlanmıştı. Ama işgallerle birlikte dayatılan Sevr’i görünce 1919-1922 yılları arasında Anadolu’da bir varoluş mücadelesi yaşandı. Yani kesintisiz on yıllık bir savaş süreci ülkeyi bir yangın yerine çevirmişti. Türk milleti bütün zorlu koşullara rağmen özgürlük ve bağımsızlığından asla taviz vermedi. Sonuçta istiklal sağlanmıştı ama asırlık ihmallerin ve yıkımların enkazını kaldırmak süre alacaktır. Türk milleti aslında varoluş itibarıyla Cumhuriyetçiydi. Yani Cumhuriyet’i halkın yönetime katılması olarak tanımlarsak, millet tarihin her döneminde çeşitli şekillerde devlet yönetiminde iradesini göstermiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk gibi bir liderin Türk milletinin başında bulunması büyük bir şanstır. O tarihteki efsanevi Türk kahramanları gibi, cesurdur, bilgilidir, öngörü sahibidir, cömerttir, karizmatiktir en önemlisi “kut” sahibidir yani uğurludur. Önder olarak beklenen tüm özelliklere sahiptir. Lider, kadro ve program tamamlandıktan sonra Türk milletinin üstesinden gelemeyeceği zorluk yoktur.
* Milli Mücadele’de kadınlarımız ne derece katkıda bulundular?
Türk milleti kadını erkeğiyle tarih boyunca bir bütün olarak hareket etmiştir. Millî Mücadele’de de Türk kadını hem cephe gerisinde hem de ateş hattında gözünü kırpmadan vatan, bayrak ve namus uğrunda elinden geleni yapmıştır. Hamasi cümleler kurmak kolaydır ancak kurşunların önünde top seslerinin altında ayakta kalmak cesaret işidir. Gördesli Makbule, Kuva-yı Milliye’nin içinde Yunan askerine kurşun sıkarken şehit olmuştur. Kara Fatma, şehit eşinden devraldığı silahıyla düşmanın karşısına bir dağ gibi dikilmiştir. Çete Ayşe, göğsüne taktığı istiklal madalyasını ömrünün sonuna kadar gururla taşımıştır. Halide Edip Hanım, düzenlediği mitinglerle, gazetelerde yazdığı makalelerle mücadelenin sesi olmuş, Onbaşı rütbesiyle Büyük Taarruza katılmıştır. Burada ismini sayamayacağımız kadar çok kadın kahramanımız Millî Mücadele’ye katılarak Cumhuriyet ilanına giden yolun temel taşlarını döşemişlerdir. Onları düşününce her zaman Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Mustafa Kemal’in Kağnısı” şiiri aklıma gelir ve Elif’i düşününce hem hüzünlenir hem gururlanırım.
Milli mücadelede bazı şehirlerin daha çok öne çıktığı belirtilmekte. Bu şehirler mücadelede ne gibi roller aldılar?
Gerçekten de Milli Mücadele denilince sembolleşmiş şehirler akla gelir. Bunların başında bence İzmir geliyor. 15 Mayıs 1919 kara bir gün olarak hatırlansa da bir musibet bin nasihatten iyidir atasözünden hareketle, işgallerin geçici olduğu sanan Anadolu’nun uyanmasına, özgürlük ateşinin alevlenmesine sebep olmuştur. Nitekim 9 Eylül ise sadece İzmir’in kurtuluşu değil Türkiye’nin de kurtuluşu addedilecektir. Bir başka hüzünlü şehir ise Bursa’dır. Yunan işgaliyle birlikte düşman komutanının Osman Gazi’nin sandukasını tekmelemesi barbarlıklarının bir nişanesi olduğu kadar Türk milletini de derinden incitmiştir. İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in “Bülbül” şiiri okununca Büyük Millet Meclisi’nin kürsüsüne matem ifadesi olarak siyah örtü serilmiş ve kurtuluşa kadar kaldırılmamıştır. Elbette Milli Mücadele denilince Atatürkümüzün kurtuluş rotasındaki şehirler de unutulamaz. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışla başlayan bu yolculuk Havza mitingiyle halkla bütünleşmiş Amasya’da ilk defa “Milli Egemenlik” kavramı telaffuz edilmiştir. Dadaşlar şehri Erzurum’da vatanın bölünmezliği haykırılmış, Sivas’ta kurtuluş için bütün cemiyetle birleşerek manda ve himaye reddedilmiştir. Geriye iki önemli şehir kaldı. İlki İstanbul elbette. Üç imparatorluğa payitahtlık yapmış kadim İstanbul, Kemal Tahir’in tabiriyle “Esir Şehir”dir. İkiyüzlüdür. Bir taraftan işgalcilerle iş birliği yapan savaş zenginleri vardır, diğer tarafta Anadolu’ya silah ve insan kaçıran vatanseverler. Bütün güzelliklerine rağmen ne kadar savunmasız olduğu da ortaya çıkmıştır. Tabii ki, son olarak Ankara. O günlerde bozkırın ortasındaki bu şehir fiziken ne kadar küçük görünse de manen o kadar büyüyecektir. Yiğit insanlarıyla “Kuva-yı Milli Ruhunu” temsil edecektir. Büyük Millet Meclisi’ne ev sahipliği yaparak duvarlarına “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazdıracaktır. Aslında bu ifade Cumhuriyet’in de temel düsturudur. Hasan Rıza Soyak, “23 Nisan 1920’de Meclisin açılışı ile birlikte çocuk doğmuştu, 29 Ekim 1923’te sadece ismi konuldu…” diyecektir. Artık Milli Mücadele’nin Ankara’sı yeni Türk Devleti’nin de başkenti olmayı sonuna kadar hak etmiştir.