
Acun, “Görmek istemeyenden kör, duymak istemeyenden sağır, işitmek istemeyenden cahili yoktur” diyor ve ekliyor: “O’na gidene engel yok. O’na gelene engel yok. O’nu bilene engel yok. O'nu bulana engel yok. O'nunla olana engel yok. O'nunla kalana engel yok.”
Bazen en net göremediklerimiz, bize hayatın en önemli derslerini verir. Etrafımızdaki herkesin koşuşturduğu, sürekli bir yerlere yetişmeye çalıştığı bu dünyada, farklı bir ritimle yaşayanlar var. Onlardan biri de, görme engeline rağmen hayata dört elle sarılan, azmi ve pozitifliği ile bize ilham veren Bülent Acun. Bir an durup, günlük rutinlerimizin ne kadar değerli olduğunu ve engellerin aslında zihnimizde başladığını anlamamızı sağlayan bu röportajda, Acun’un hayata tutunmasını, dünyaya başka bir açıyla bakmayı nasıl başardığını anlayacağız. Önyargıların ötesine geçmeye hazır mısınız?
1979 doğumluyum. 80'li yılların arafesinde Mersin'in Aydıncık ilçesi'nin Duruhan Köyü'nde dünyaya geldim. Gözlerimi dünyaya bir köy ortamında açtım. İnsanların fıtratlarının bozulmadığı, ürünlerimizin ekmeğin ekmek gibi koktuğu, pekmezin kokusunun yedi mahalleden duyulduğu, insanların zor şartlara rağmen birbiriyle yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma içerisinde bulunduğu, herkesin herkesi bütün yanlarıyla, bütün yönleriyle bildiği, tanıdığı, çevreyle, insanla, tabiatla, kendisini var edenle dost olduğu bir iklimdi köy iklimi. Köyümüze elektriğin geldiği günleri hatırlıyorum. Sonra rahmetli dedem Köse Mahmut’un kahvehanesini ve müdavimlerinin konuşmalarını, gündemlerini hatırlıyorum. Merhum babam değirmenciydi. O değirmen ortamını hatırlıyorum. Köyde kahve ve değirmen eğer sizin büyüklerinizin elindeyse o köyün nabzı orada atıyor demektir. Bu açıdan bakıldığında taşra merkezinde doğdum diyebilirim. Yani ortamın sıcaklığı hatırlıyorum. Yoksulluk belki, yoksulluk, çaresizlik ama bütün bunlarla beraber bitmek tükenmek bilmeyen bir azim, gayret, yaşama sevinci. Allah Teâlâ ile ve kendileriyle barışık insanlar, bozulmamış fıtratlar, bozulmamış lezzetler.
Sonradan görmeyenlerdeniz
Evet, dört yaşında geçirdiğim bir meninjit hastalığı neticesinde görme yeteneğimi, görme yetimi yüzde 95 oranda kaybettim. Ben bunu şöyle bir latifeyle aktarıyorum, “Biz sonradan görmelerden değiliz ama sonradan görmeyenlerdeniz.” Hatta şöyle bir latifeyi daha aktarmama müsaade edin: Sorarlar bazen halk arasında, derler ki, “Hocam görme yetinizi doğuştan mı kaybettiniz?” Soruda bir art niyet yok. Ama biz bu suali bir hikmete dönüştürmek için şöyle diyoruz: “Ne anadan ne babadan Allah'tan” diyoruz.
Tabii engelli olmak zor. En çok da bence çocuklukta ve yaşlılıkta zordur. Çocukluğu gördük. Yaşlılığı da yaşarsak göreceğiz. Çocukluk yıllarımda bir doğallık, bir sadelik var ama engellilik bilinci, farkındalık, engelsiz bir iletişim namına maalesef neredeyse hiçbir şey yok. Dolayısıyla o yıllardaki zorlukların da temel sebebi. Eğitim öğretimin önünde zorluklar var, engeller var. Ben şimdi şöyle geçmişime baktığımda diyorum ki bir köyde değil de bir şehirde ya da büyük şehirde dünyaya gelseydim, belki daha farklı mecralarda, daha farklı makamlarda, daha farklı mevkilerde olurdum.
İnsanlar dillerini balta gibi acımazca kullanıyor
Hakikaten birçok zorlukla karşılaştık. Kabına sığmayan bir çocuktum. 12 defa kolumu, kollarımı, üç defa da ayağımı kırdım. Bütün kırıklarım iyileşti. Ama bu yanlış yaklaşımlardan kaynaklanan iç kırıklarım… Henüz onların acısı devam ediyor doğrusu. İnsanların dillerini balta gibi kullanmaları derin izler bırakıyor insan hafızasında, hayatında. Onun için ben engellilerle alakalı yazılarımdan birini şu başlıkta okura sunmuştum: “Elin baston değilse bari dilin sopa olmasın.” Özellikle rahmetli babamın üzülmesine çok üzülüyordum. İnsanların elimizden tutmaları, ilgilenmeleri, alaka göstermeleri, bütün bunlar güzel ama engelli evladının durumuna üzülen, geleceği için endişelenen bir babanın durumu beni daha çok üzüyordu. Bu beni deyim yerindeyse kahrediyordu. Bununla beraber babam bilge bir insandı. Duygularını hissettirmemeye gayret ederdi. Özellikle engelli çocuklara sahip olan ailelere mesajım olsun. Kolay değil, üzüleceksiniz, endişe edeceksiniz. Netice itibariyle evladınızın durumuna, geleceği için bir şekilde tasalanacaksınız. Yani tasalanmayın, endişe etmeyin demek mümkün değil. Psikologlar bunu söyler ama bunun imkânı yok. Ama en azından bunu hissettirmemeye mümkün mertebe onlara pozitif enerji gayret gösterin.
Babam da bunu fark etmiş olacak ki köyümüzde bir Yusuf Amca vardı. Babam onunla ilgilenirdi. Yusuf Amca 40 yaşından sonra bizim gibi ‘sonradan görmeyenler’ kervanına dahil olmuş biri. Dinamit patlatmış. Babam onunla çok ilgilenirdi. Götürürdü, getirirdi. Yakın alaka gösterdi. Yusuf Smca bir gün şöyle demiş: “Emrullahçım, zor be” demiş. “Kırk yaşından sonra görmemek çok zor be” demiş. Rahmetli babam ona: “Yusuf Amca. Ya dünya ebedi olsaydı, sen de hep böyle olsaydın ne olacaktı? Ahirette göreceksin, sabret” demiş. Babam Yusuf Amca üzerinden aslında beni teselli ediyordu. Yıllar sonra okuduğum ayetler ve hadislerin beni getirdiği yer yine babamın kurduğu bu cümle oldu.
İlk kahramanım öğretmenim
İlkokula çok geç başladım. Arkadaşlarımdan, yaşıtlarımdan üç sene geride başladım. Sebebi ise öğretmenlerin sorumluluk almak istememeleri. Bir yerden düşer, başına bir şey gelir endişesi hakimdi. Diğer taraftan yüzde 95 görmeyen bir insana okumayı nasıl öğreteceğiz diye düşünüyorlardı. Dolayısıyla üç sene okula yazıldım, kaydım silindi. Sonra annemin anlattığına göre bir gün okul müdürü Murat Hoca’yı görmüşüm. Ve ona “Hocam ben ölmek istiyorum, yaşamak istemiyorum” demişim. Murat Hoca “Oğlum niye yaşamak istemiyorsun? Daha gençsin, önünde yıllar var, ne oldu, hayırdır” demiş. Ben de “Cahil bir insanın ölüden ne farkı var? Eğer okumayacaksam, yazmayacaksam niye yaşayayım?” demişim. Bunun üzerine Murat Hoca inisiyatif almış. O yılda bir öğretmen gelmişti. köyümüze, Mehmet Ali Göztaş isimli bir öğretmen. Benim sorumluluğumu almış. Okuma, yazma sevdamın olmasında Mehmet Ali Hocamın gayreti ve katkısı büyük. Aslında bu anlamda ilk kahramanlarımdan biri bir öğretmen. Bana okumayı çok ilginç bir şekilde öğretti. Elimi tutu, “İşte A harfi şöyle yazılır, B harfi böyle yazılır. İki rakamı şöyle yazılır, üç böyle yazılır...” Bu metodla yazı yazmayı öğrendim.
Aynen, görenlerin yazdığı şekilde. Yani hocanın çok ilginç bir eğitim sistemi vardı. Ya da sıra dışı bir dahi öğretmenle karşılaşmışım ben. Haberim yok. O gün ben daha az görüyordum. Tıp bilgisine sahip olmalı ki hoca, “Büyüdükçe belki gözleri açılır. Biz zihninde bir şekil oluşturalım. Harflerin, sayıların, rakamların şekli zihninde oluşsun. Sonra o gözleri açıldıkça zihne cuk diye oturur. Problem yaşamaz” demiş. Hakikatten de öyle oldu. Büyüdükçe biraz gözümde hafif açılmalar yaşandı. Öyle olunca da okuma yazmada bir zorluk çekmedim. Yani okula girmenin haricinde bir zorluk çekmedim. Hatta şunu ifade edeyim, 4 sene sınıf başkanlığı yaptım. Öğrenci arkadaşlarıma ders konusunda yardımcı olurdum. Mersin'de düzenlenen bir şiir yarışmasında okulumu temsilen birinci seçilmiştim. Şiire o zaman başlamıştım. Okuma, yazma, öğrenme sürecimiz böyle oldu.
Engelleri aşabilmek için kaleme sarılmalı, kitaba tutunmalıydım
Çok farklı. Okuma süreci de çok farklı.
Yazma sürecimde efendim deftere veya ajandama neyse kalemle yazacağım. Defteri ve kalemi elime aldığımda son derece yaklaştırarak yazabiliyorum. Yani evet kendim yazabiliyorum ama genelde köşe yazılarımı, makalelerimi hanım ve çocuklar, kızlarım yazıyor. Daha sonra da onlar bilgisayara geçiriliyor. Sonra okurla buluşuyor. Ben daha çok şematik notlar alıyorum. Bir yerde konuşacağım meselelerle ilgili belli başlı notlar alıyorum. Yazma süreci hakikaten kolay değil, zor. Fakat doğrusu engelleri aşabilmek için kaleme sarılmalı, kitaba tutunmalıydım. Nitekim öyle yaptım. Hayatım boyunca kalemi ve kitabı hiç elimden bırakmadım. Evet, zor oldu. Dün acı acı yaşadıklarımızı bugün tatlı tatlı anlatıyoruz. O zorluklar olmasaydı bugün bu hatıralar meydana gelmezdi.
Yüksek konsantrasyon görmeyenlerde büyük bir nimettir
Özel sebebi şudur: Rabbül Alemin adil-i mutlaktır. Verdiği imkânlar, imtihanlarından çoktur. Başka bir ifadeyle verdikleri, aldıklarından kat be kat fazladır. Görme engelli arkadaşlarımızın hafızaları biraz daha güçlü, biraz daha kudretli ve kuvvetli olur. Bunun iki sebebi var. İlki bizim iman ettiğimiz naslara göre haramlardan uzak kalmak. Çünkü harama bakmak hafızayı zayıflatır. İkincisi de görme engelinin getirdiği yüksek konsantrasyon. Yani şimdi siz bir yolda yürüyorsunuz, işte sağınızdan solunuzdan gelip geçen insanlar, onların tuhaf durumları, arabalar, trafik ışıkları, işte trafikte canavarlaşan insanları falan görürsünüz. Ben ise nerede, hangi kelimeyi, nerede ne konuşacağımı, Hangi cümleyi kuracağımı, icabında ne yiyeceğimi düşünürüm. Konsantre olduğum şeyler bunlar. Dolayısıyla yüksek konsantrasyon görmeyenlerde büyük bir nimettir. Onun için biz Kur'an'ın hafızıyız, toplumun hafızasıyız.
Tabii ki oldu. Bir müftü tanıdım, hayatım değişti. Yine 4. sınıf öğrencisiydim. Az önce anlattığım hikâyenin devamı olarak, müftümüz Kaymakam Bey'in bu teşvikinden sonra “Sayın Kaymakamım, görme engelliler gerçekten müthiş bir hafızaya sahiptir malumunuz. Biz Diyanet Kurumu olarak görme engelli öğrencilerimizi hafızlıkta değerlendiriyoruz. Dolayısıyla bu çocuk iyi bir hafız olur” dedi. Tabii önümüzde, arkamızda, sağımızda, solumuzda o güne kadar bir hafız yok köyümüzde. Hafızlığın ne demek olduğunu anlattı müftümüz bana. Hafızlığa meyletmemi sağlayan ve katkılarını esirgemeyen müftümüz Latif Topçu idi. Sadece hafız olmakla kalmadım ben. Aydıncık, Gülnar, Tarsus gibi ilçeler başta olmak üzere birçok insanın Kur'an-ı Kerim okumasıyla, Kur'an ile arasında köprü olduk. Talebe topladığımızın yılları Kur'an kurslarına, imam hatiplere, köyümden ve çevre köylerden öğrenciler götürdüm. 2006 yılında Türkiye'de 114 hafız olarak Ankara'da toplanıp bir sivil toplum kuruluşu kurduk hafızlık üzerine. “Evrensel Hafızlar Derneği”nin de 114 kurucusundan birisiyim. Bunun yanında tabii bir de resmi bir görevim var. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda sosyal açılımlı din hizmetleri uzmanıyım.
Engelliliğe dair engelsiz bir tasavvur
Bağcılar Müftülüğü'nde görev yapıyorum şu an itibariyle. Mutat zamanlarda vaazlarımız oluyor. Sabah namazı buluşmalarına katılıyoruz. Bağcılar Müftülüğü engelli koordinatörü olarak engeldeşlerimizin sorunlarının çözümüne katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Problemlerini ortadan kaldırmaya çalışıyor, gayret gösteriyoruz.
Evet, Engeller Sarayı'nda programlarımız daha çok orada icra ediliyor. Sonra tabii Başkanlığın dergilerinde yazılarımız, makalelerimiz yayınlanıyor. Efendim, resmi görevimizi aksatmadan ulusal bir gazetede köşe yazıyoruz. Yeni Şafak'ın kitap ekinde kitap talihleri yapıyoruz. Seyir FM'de radyo programcılığı icra ediyoruz. Çeşitli il ve ilçelerde sunumlar yapıyoruz, kişisel gelişim, hafızlık hikâyemiz ve engelliliğe dair engelsiz bir tasavvurun oluşması için yollardayız.
Görme engellilere ve bütün engellaşlarımıza mesajım şu olacaktır: O’na gidene engel yok. O’na gelene engel yok. O’nu bilene engel yok. O'nu bulana engel yok. O'nunla olana engel yok. O'nunla kalana engel yok. Görmek istemeyenden kör, duymak istemeyenden sağır, işitmek istemeyenden cahili yoktur. Asıl engel elde, ayakta, dilde, dudakta, yüzde, gözde değildir. Asıl engel insanın beyninde, zihninde, düşüncesinde. Asıl engel özdedir. Yani insanın özünü kullanamayışındadır. Mesajımı şöyle bir hatırayla taçlandırmak isterim. Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi'nde bir programdayız. Bir arkadaşımız zihinsel engelli evladıyla gelmiş. Çocuk yerinde durmuyor. Çevrede ne bulduysa kırıyor, döküyor. Babasında müthiş bir metanet var. Hiç istifini bozmuyor. Tabii çocuğunu yanına alıyor. Yapma evladım, kırma evladım, dökme evladım. Şöyle otur evladım, böyle otur evladım. Çocuk tekrar babasını dinlemiyor. Babası tekrar aynı yumuşak bir ses tonuyla, yumuşaklığını bozmadan, merhametinden bir şey eksiltmeden çocuğuyla ilgileniyor. Doğrusu hayran kaldık. Arkadaşlardan birisi sordu: “Biz birkaç dakika izledik. Yorulduk. Birkaç dakikada bizi yordu. Sen bir ömür bu çocukla berabersin nasıl başa çıkıyorsun? Nasıl oluyor? Zorlanmıyor musun?” O babanın sözü şu oldu: “Evladım benim cennet sermayem.” Evet. Cehennem ucuz değil. Cennet ucuz değil. Cehennem lüzumsuz değil diyor asrın büyük alimlerinden birisi. Zahmet olmadan rahmet olmaz. Dünyada engellendiğimiz her şey Ruzi mahşerde rahmete engelsiz açılan bir yol olacaktır diyorum. Teşekkür ediyorum, sağ olun var olun.
Milyonlarca gören insanın yolunu bir görmeyen Cemil Meriç aydınlatıyor
- İlkokuldayken müftü ile yaşadığınız bir Cemil Meriç anınız varmış. Bizimle de paylaşabilir misiniz?
- Dördüncü sınıfta bir ilkokul öğrencisi iken dönemin aydıncık müftüsüyle kaymakamı şehrimize ziyarete geldiler. Tabii biz de köyde doğmuş, büyümüşüz. İlçeye bir yabancı bürokrat misafir geldiği zaman ister istemez biraz çekiniyoruz. Özellikle bendeki çekinme biraz daha fazlaydı. Kaymakam ve müftü bunu farketmiş olacak ki benim durumumu sormuşlar öğretmenime. Öğretmenim izah etmiş. Kaymakam çağırdı tabii. “Evladım, sakın ha görmüyorum diye yani engelliyim diye kitaptan, kalemden, okumadan, yazmadan uzak durmayasın, uzak kalmayasın. Benim gibi milyonlarca gören insanın yolunu Cemil Meriç gibi görmeyen biri aydınlatıyor. Bize yol gösteriyor. Senin böyle bir kaytarma lüksün yok, atalet lüksün yok, tembellik lüksün yok. Önünde Cemil Meriç var. Ona bak ve yürü” dedi. Kaymakamın bu öğüdü hâlâ aklımda ve bana rehberlik ediyor.
- Bir kelime bir cümle
- Şimdi size bir kelime söyleyeceğim. Siz de o kelimenin sizde çağrıştırdığı bir cümle söyleyebilir misiniz.
- Hayat.
- Hakikatlere adanması gereken zaman dilimi.
- Siyah.
- Kir, pas, günah, haram, isyan. Müzik. Ruhumuzu cuhuruşa getiren nameler.
- Anne.
- Rahmanın rahmet ve merhamet isimlerinin tecellisi.
- Yazı.
- Nefes, oksijen, umut, ufuk, enerji.
- Ziyaret.
- Ziyafet, sohbet, muhabbet.











