"Pazar günleri öğle sonrasında okuduğumu gören büyükannem içini çeker, ‘Güpe gündüz düş görüyorsun’ derdi: Onun gözünde benim ‘bir şey yapmamam’ yaşam sevincine karşı işlenmiş bir günah, anlamsız bir zaman katliamıydı.” Bu sözler Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi isimli kitabından. Pazar günlerini güpe gündüz görülen düşlere benzetmek, Manguel’in
büyükannesi başka bir anlam yüklese de, oldukça keyifli. Bu hafta Doğukan İşler’le tam da bu konuyu masaya yatırıyoruz. İşler, önce bize klasik bir pazarını tarif ediyor: “Aslında klasik bir pazar günüm yok. Olsun isterdim. Nostalji, her yazarın burnunda bir çiçektir ve mis gibi kokar, insanı dürter, kanına girer. Mesela, sabah erken uyanıp da gazetemi alsam, kahvaltı sofrasında açıp gazetemi okusam… Radyoda o sırada ‘beraber ve solo şarkılar’ çalsa… ‘Aman be, bir pazarımız var!’ diye huysuzca sinirlensem, kime olduğunu bilmeden… Kara Kitap romanında, şöyle yazdırmıştı ya Orhan Pamuk düşsel köşe yazarı Celal Salik’e: ‘Az yaşıyoruz, az görüyoruz, az biliyoruz; bari hayâl edelim. İyi pazarlar, sevgili okuyucular.’”
Celal Salik bize “İyi pazarlar” dilerken biz İşler’e pazarları sıkıntı olmaktan kurtaracak önerilerini soruyoruz. O da bize şunları anlatıyor: “Pazar gününe, ona pazar günü değilmiş gibi davranmak gerek. Her hafta değil tabii. Mesela, geçen pazar günü tembellik edip uyudunuz da uyudunuz, öğlene doğru mu kalktınız yatağınızdan? Hop! Bu hafta, sanki işe geç kalmışçasına bir telaşla, apar topar kalkacaksınız. Daha yüzünüzü bile yıkamadan belki, üzerinizi değiştirip hazır olacaksınız… Neye? Pazar gününe, hafta içinden bir gün gibi davranmaya. Hatta belki acele adımlarla dış kapıya yönelecek, ayakkabınızı bile giyeceksiniz çıkacak gibi evden. Sonra, ‘Kandırdım seni!’ diye sırıtacak, tekrar yatağa atacaksınız kendinizi. İşte, büyü bozuldu. Simitler yine de sıcaktır, fırına gitmeli. Madem erkenden uyandınız, boşa gitmesin canım gün. O, kerameti kendinden menkul pazar kahvaltısını daha daha hak ettiniz şimdi. Afiyet, şifa olsun.”
Gelelim beyaz perdeye... Sizce pazar günü izlenecek en iyi film hangisidir? İşler, film izlemekten artık biraz sıkıldığını söylüyor ve çoğu filmin sonunu getiremediğini vurguluyor. Dizilerin ise uğraştırıcı olduğunu söylüyor. Yazar, “Sanırım bu kadar çok ‘görsel’e maruz kalınca insan zamanın ruhu gereği, filmlerden de sıkılıyor. Dayanamıyor. Ama yine de bir pazar gününde izlenecek bir film, daha öncesinde bir akşam ya da gece vakti (belki sinemada) izlediğiniz bir filmi yeniden, tabiri caizse ‘gündüz gözüyle’ izlemek olacaktır. Bir rüyanın tabiri gibi. Hele ki sizi çok etkilemiş bir filmse zamanında, göreceksiniz ki aslında sizin zihniniz ve gönlünüz çevirmiş o filmi. Gerisi bir gölgeymiş. (Aa, hayat da mı öyle bir şey yoksa!)” diyor. En sonunda da bize Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’inden şu alıntıyı hatırlatıyor: “Film bu Mehmet abi, film. Milleti ağlatmak için yalandan yapıyorlar.”
Peki filmlerden korkan İşler’in acaba pazar günleri kitaplarla arası nasıl? Bu soruyu sorunca İşler şunları anlatıyor: “Korku ya da gerilim, belki de fantastik hikâyeler okumayı tercih ederim. Eğer pazar gününün tüm pazarlığına rağmen, beni etkileyip de bu dünyanın dışına çıkartabiliyorsa okuduklarım, alkışlar o yazara! Mesela, Dino Buzzati. Belki de H. P. Lovecraft. Eskiden olsa, büyük ihtimalle Oğuz Atay derdim. (Şükür ki mezun oldum Tehlike Oyunlar’dan.) Hem zaten Atay, pazarları değil perşembeleri sevmediğini söylüyordu günlüğünde. Lütfen, Oğuz Atay okumayı perşembe günlerine bırakınız.”
İşler’e özellikle pazar günleri görmek istediği bir arkadaşı olup olmadığını sorunca da “Sanırım yok” diyor ve konuyu açıklamak için “Tabii romantizm yapmadan da geçemem: Bir yazarın en iyi dostu kitaplar ve kelimeler ve kalem ve beyaz kâğıtlardır. Belki de daktilo. Hadi, yalan olmasın: Bilgisayar. Bilgisayarım, yarım kalmış öyküler, romanlar, kitap taslaklarıyla dolu. Onları belirli zamanlarda, özellikle de pazar günleri sık sık ziyaret ederim. Hangisine devam etmeli, nereden cümleler kırpmalı, hangi cümleleri yeniden kurmalı diye diye, bir bakmışım akşam olur. Gün bitmiş. Elde var hüzün” cümlelerini ekliyor.
Yazarımızın pazarları favori mekânı ise kanepesi, masası ve biraz da Kadıköy’müş. İşler bu muhteşem üçlüsüyle alakalı bize şunları anlatıyor: “Kanepem, daha doğrusu çekyatım hep açıktır. Evimin içinde yavru bir ev. Orada okuyor, yazıyor, uzanıyor, yemek yiyorum çoğu zaman. (Evin geri kalanına ödediğim kiradan mustaribim.) Biraz daha ciddi ve uzun çalışacaksam, masama geçerim. Masam da hep dağınıktır çok şükür, yoksa bu kafam mı? Kadıköy de hep dağınık, o zaman biraz da orası. Deniz havası, insan, gürültü, acı kahveler, yürüyüş… Kendi kendime de şarkı söylerim hem yürürken, çok sesli. Beni görenler de gövdemi görürler zaten, ben hep başka yerdeyim.”
Köşenin en zor sorusu “En güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi?”dir. Ancak İşler’in bu soruya cevap vermesi oldukça kolay oluyor. Çünkü ikisini de hatırlamadığını söylüyor: “İkisini de hatırlamıyorum. Sanırım hatırlamadığım için en güzel ve en kötü geçen pazar günüm aynı pazar olabilir. Mesela tüm gün uyumuşumdur, yaşanmamış bir pazar kaydedilmiştir yaşamımda ve hem pek mutlu olmuşumdur bundan hem de çok pişman. Birçok pazar günü alacağım var hem hayattan: Rüyalarıma mahsuben.”
İşler’e pazar günleri çalışıp çalışmadığını sorunca çocukluğuna da dönerek şu hatıralarından bahsediyor: “Babam, uzunca bir süre bakkallık yapmıştı. ‘Eğer birine beddua edeceksen, ‘Bakkal olasın!’ de…’derdi ve der. Çünkü bakkalın ne pazarı var ne bayramı ne düğünü ne cenazesi… Sanırım yazarlık ve editörlük de böyle, ama beddua değil de pek güzel bir duaymış benim için, şükür. Hiç gocunmam çalışmaktan, zaten 24 saat kafam başka neye çalışıyor ki şu hayatta? Her gördüğümü kitap, her günümü hayat sanırım.”
Ve sırada son soru: Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu? İşte İşler’in cevabı: “Sinema-TV okuduğum yıllarda, yazar ve çevirmen Fatih Özgüven hocamdı. Charles Baudelaire ve eserlerini anlattığı bir derste, şairin karakterini de şöyle betimlemişti: ‘Gidip deseniz ki, ‘Canım Baudelaire, sen de kötü biri değilsin aslında. Bak, işim düştü sana. Şu ampulü benim için değiştiriversen, karanlıkta kaldık…’ diye… Yalvarsanız. Değiştirmez. Öyledir.’ Sanırım pazar günleri de biraz Baudelaire gibi. Size güzel mısralar yuvarlıyor, ruhunuzu temizliyor, havalandırıyor ama yine de sizi karanlıkta bırakıp bir de arkanızdan kıs kıs (hem de Fransızca) gülüyor. Pes!”