Sultan II. Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin, 2009’da vefat etmeden önce kaleme aldığı hatıraları, Yapı Kredi Yayınları’ndan okurla buluştu. 1912’de İstanbul’da doğan, 1994 yılında ‘Hanedan Reisi’ sıfatını alan şehzade Ertuğrul Osman Efendi’nin, büyükbabası II. Abdülhamid’in saltanatının son yılları ve 1924’te hanedan mensuplarının Türkiye’den ayrılmalarıyla başlayan kitap, Ertuğrul Osman Efendi’nin Viyana, Paris ve New York’ta geçen yaşamı ile son yıllarında Türkiye’ye dönüşü anlatılıyor.
Ertuğrul Osman Efendi, eşi Zeynep Tarzi Osman’ın teşvikiyle yazdığı hatıralarında 20. yüzyıl içinde soylu sınıfın modern zamanlardaki hayat tarzını; dünyanın birbirinden şöhretli iş, sanat, spor, siyaset ve kültür simalarını esprili bir dille aktarıyor. Kitapta 1915 Olayları, Hilafetin kaldırılması ve sürgün, Cumhuriyet, devrimler ve özellikle Türkiye’nin temel meselelerinden bahisler bulunuyor. Afşin Yurdakul’un Türkçeye kazandırdığı Ertuğrul Osman Efendi’nin hatıraları, Cumhuriyet’in ilk yüzyılı geçerken Osmanlı hanedanının serencamını gözler önüne seriyor.
Ömer F. Oyal’ın yayına hazırladığı kitabın başındaki takdim yazısı Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un imzasını taşıyor. Ömer Koç, son yıllarında yakından tanıdığı Şehzade Ertuğrul Efendi hakkında “Kâmil insan tâbiri bence Osman Efendi’yi pek güzel târif ediyor. Hoş sohbet ve nüktedan olan Efendi hazretleri, eskilerin deyimi ile tam meclis-ârâ idi” ifadelerini kullanıyor. ‘Mohikanların sonuncusu’ olarak tanımladığı Ertuğrul Osman Efendi için “Türkiye’ye ilk defa 72 sene sonra zevcesi Zeynep Tarzi’nin teşvîk ve telkîni ile 1992 senesinde gelen Ertuğrul Osman Efendi gerçek bir vatanseverdi. Hiçbir devletin tâbiyetine girmemiş, adına düzenlenen şahsî seyâhat evrâkı ile seyahat etmiştir. Cumhuriyet’in kazanım ve devrimlerini her zaman gerçekçi bir yaklaşım ile değerlendirmiş ve ‘Cumhuriyet belki âilemiz için kötü ama memleket için çok iyi oldu’ diyebilme erdem ve olgunluğunu göstermiştir.” diyor.
18 Ağustos 1912’de İstanbul’da doğan ve saray terbiyesi almış son Osmanlı şehzadelerden biri olan Ertuğrul Osman Efendi, isminin büyük babası Sultan II. Abdülhamid tarafından verildiğini söylüyor. Ertuğrul Efendi hatıralarında, dedesi II. Abdülhamid hakkında parlak zekalı, ciddi, fazlasıyla nazik, okumaya meraklı, sanat, bilim ve dünya meseleleriyle oldukça ilgili, atlara sevdalı, iktisatlı, henüz tahta çıkmadan bile hayli varlıklı biri olduğunu, her şeyi kendi yapmayı sevdiği söylüyor. Ertuğrul Efendi, annesi ve ağabeyiyle, II. Abdülhamid’i Beylerbeyi Sarayı’nda ziyaretlerini ve o günün hüzünlü atmosferini şu sözlerle anlatıyor: “Hafızamda yer eden bir başka hadise de o sıralar Beylerbeyi Sarayı’na kapatılmış olan büyükbabamı iki defa ziyaret edişimizdir. Yalıdan ayrılmadan önce evin kadınlarının çoğu ve evin erkeklerinden bazıları etrafımıza toplandılar; yanaklarından akan yaşlarla bizleri kucakladılar. Sanki öpücüklerini Boğaz’ın karşısına taşıyıp hizmetinde oldukları sevgili efendilerine teslim etmemizi diliyorlardı. Hayatlarının büyük bir bölümünü Abdülhamid’in sarayında geçirmişlerdi; bize nasıl davranacağımızı, nerede oturacağımızı, ne söyleyeceğimizi, ne zaman söyleyeceğimizi öğretmeye çalışıyorlardı. Bizimle birlikte gelebilmek için canlarını verirlerdi, Abdülhamid onlar için hem başlangıç hem de sondu.”
n Şehzadenin hatıratının sonsöz sayfalarında ise 84 yaşında bulunan Zeynep Tarzi Osman, hem mensubu olduğu Afganistan kraliyet ailesini hem de eşi Ertuğrul Osman ile ilişkilerini anlatıyor. Zeynep Tarzi, “hayatımın en güzel hadisesi” dediği Osman Efendi’nin aydın, açık fikirli, mütevazı, nazik, zevk sahibi, maharetli bir marangoz olmakla birlikte çok iyi çello çaldığını ve Wagner delisi bir müzik tutkunu olduğu ifade ediyor. Osman Efendi’nin Amerikan futbolunu ve beyzbolu sevdiğini aynı zamanda “Ben Bursa’dan geldim Bursasporluyum” dediğini aktarıyor.
“Annem bizi Beylerbeyi Sarayı’na götürdüğünde büyük bir merasimle büyükbabamın huzuruna alındık. Büyükbabam bir kanepenin ucuna tek başına oturmuştu; bir erkek ve bir hükümdar olarak, annemi karşılamak için alışılagelmiş kibarlığıyla ayağa kalktı. Bizi öptü ve yanına oturttu. Bunca zaman sonra bile, her nasılsa, sakalının yüzümde bıraktığı hissi hâlâ hatırlıyorum. Sanırım sıradan bir büyükbaba olsaydı kısa süre içinde her şeyi unutmuş olurdum. Halbuki bizleri kucaklayan, 33 sene boyunca koca bir imparatorluğu idare etmekle, tarihe devasa biz iz bırakmakla kalmayıp zamanın efsanevi bir şahsiyeti haline gelen şöhretli birisiydi.”
Ertuğrul Osman Efendi, Sultan II. Abdülhamid’in en sevgili oğlu Mehmed Burhaneddin Efendi’yi müzik ve seyahat tutkunu şatafatlı hayatı seven bir şehzade olarak anlatıyor. Burhaneddin Efendi için “Babam fevkalade bir piyanist, tam tekmil bir müzisyendi ve hayatında müziğin çok büyük rolü vardı. Hatta en çok ilgilendiği mevzu müzikti, ömrü boyunca da bu böyle kaldı. Şayet bir hükümdarın oğlu olmasaydı, zamanın en büyük piyanistlerinden biri olabilirdi.” diyor.
Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra şehzade Burhaneddin Efendi ailesi ile Yıldız Sarayı’ndan ayrılarak Yeniköy’deki yalıya taşınır. Ertuğrul Osman Efendi ve ağabeyi Mehmed Fahreddin Efendi’nin çocukluğu da Boğaziçi’nde geçti. Ertuğrul Osman Efendi, seyahate oldukça meraklı babası Burhaneddin Efendi ve annesi Aliye Melek Nazlıyar Hanım’la 1920 yılında ağabeyi ve kendisinin eğitimi için Viyana’ya gitti. Cumhuriyet’in ilanı ve ardından hanedan mensuplarının vatandaşlıktan çıkartılmalarıyla birlikte de uzun yıllar yurtdışında yaşadı. 1921’de Burhaneddin Efendi ve Aliye Melek Nazlıyar Hanım boşandı. Viyana’da ve Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde eğitim gören Ertuğrul Osman Efendi, 1933’te babası ve ağabeyiyle birlikte ABD’ye yerleşti. 1952 yılında kurduğu Kanada merkezli madencilik şirketini 1980’lerin başında emekli olana kadar işletti.
Atatürk’ün yaptığı devrimler ve genç Cumhuriyet’in kazanımlarından da bahseden Ertuğrul Osman Efendi, özellikle harf inkılâbının kültürel bir kopuşa neden olduğunu söyleyerek eleştiriyor. Latin Alfabesine ani geçiş yapıldığı, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki etkisinin göz ardı edildiğini şu sözlerle ifade ediyor:
“Dil ve harf devrimiyle birlikte okur yazarlık oranı neredeyse on kat arttı ama ülkenin eski edebiyat ve kültürle irtibatı da koptu… Latin alfabesinin kabulü başlı başına kötü bir şey değildi. Ama aceleyle yapılması, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki muhtemel etkisine hassasiyet gösterilmeyişi, geleneksel Türk kültürüne büyük zarar verdi. Geçiş kademeli yapılmış olsaydı, zarar çok daha az olurdu.”
3 Mart 1924’te TBMM’de hilafetin ilgası ve hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılması kararı verilir. Ertuğrul Osman Efendi hatıratında sürgün haberini aldıkları esnada yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Babam uzun seyahatlere çıkacağı vakit maiyetindekiler için Viyana’daki Miessl & Schadn Oteli’nde büyük bir süit kiralar, bizler de okulun tatil olduğu pazar günlerimizi burada geçirirdik.
Halife Abdülmecid Efendi ile birlikte bütün ailemizin İstanbul’dan sürgün edildiği haberi bize ulaştığında ağabeyim ve ben bu otelde kalıyorduk. Haberin tüm haneyi altüst ettiğini söylemeye hacet yok. Hiçbirimiz ülkemize ne zaman dönebileceğimizi ya da dönüp dönmeyeceğimizi bilmiyorduk. Havadisler üzerine ev halkı hayli gözyaşı döktü, hayıflandı, birkaç sene evvelinin en alelade hatıraları bile bir anda büyük bir hasretle yâd edilir oldu. O zamanın Türk evlerinde hizmetkârlar asla emekli olmaz ve işten çıkarılmazdı. Herkes ömrünün sonuna kadar o çatı altında yaşardı. Bu sebeple bizim evde de ağlayıp ağıtlar yakan bir yaşlı kadınlar güruhu peyda oldu.”
Ertuğrul Osman Efendi, Avrupa’da ve Amerika’da geçen yılların ardından ilk kez 1992’de eşi Zeynep Tarzi Osman ile Türkiye’ye geldi. 2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. İstanbul’dan Avrupa’ya ardından Amerika’ya ve yeniden İstanbul’a uzanan yaklaşık bir asırlık hayat serüvenine dair hatıralarda Ertuğrul Efendi’nin 72 sene sonra geldiği Türkiye ve İstanbul izlenimleri de yer alıyor. Dolmabahçe Sarayı ziyaretini, Kuşadası’nda geçirdiği yaz tatilleri, hanedan üyeleri, yakın çevresi ve dostlarından bahsediyor. Bunca sene sonra Türkiye’ye geldiğinde bambaşka hisler taşıdığını söyleyen Ertuğrul Osman, “İstanbul’da doğmuş olmama rağmen neredeyse ilk kez hakiki olarak gördüğüm bu şehir bana yabancı gelmedi. İlk defa gördüğüm hayret verici manzara, âdetler ve insanlar tamamen tanıdıktılar. Altmış seneden uzun bir süredir İstanbul’u görmemiştim ama kendimi evimde hissediyordum. Belki de şuur altımdaki şeyleri hatırlıyordum, belki de buranın kendi ülkem olduğunu idrak etmem bir dejavu hissi veriyordu” diyor.