Türkiye’nin kadın hareketleri serencamı uzun soluklu, hâlâ devam etmekte olan ve her dönemde farklı temsil ve hüviyetlerle genişleyip-zenginleşen bir mahiyete sahip. Müslüman kadın hareketleri de bu serencamın ayrılmaz bir parçası olmuş, derneklerden eylemlere, siyasetten kültür hayatına uzanan geniş bir yelpazede Müslüman kadının görünür olmasında önemli bir rol oynamış. Bu süreci ve Müslüman kadının dönüşümünü takip etmek için süreci başlatan ve bugünlere getiren kurucu kadın figürlerin anlaşılması büyük önem arz etmekte. Bunlardan biri de şehirli Müslüman kadın imajının inşasında büyük ve önemli bir yere sahip olan Şule Yüksel Şenler. Ebrar Beşinci Şimşek’in kaleme aldığı “Müslüman Kadın Kimliğinin İnşası ve Şule Yüksel Şenler” kitabı, Kutadgu Yayınları etiketiyle geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Müslüman kadın kimliğinin inşasını Şule Yüksel Şenler odağıyla ele alan bu çalışma da okuyucuya meseleyi Türkiye’de kadın hareketlerinin serencamını takip edebileceği bir çerçeveden sunuşuyla literatürde önemli bir boşluğu doldurmaya aday. Ebrar Beşinci Şimşek ile Türkiye’de Müslüman kadın kimliği kavramının nasıl oluştuğunu ve Şule Yüksel Şenler’in 1960’larda yükselen İslamcılığın kadın kimliğine ne tür katkılar sağladığını ve Şenler’in düşüncelerinin bugünkü Müslüman kadın kimliği üzerinde nasıl bir etki bıraktığını konuştuk.
Benim açımdan anlamlı bir hikayesi var bu serüvenin. Zira bu eserin oluşmasıyla birlikte, üniversitede verdiğim “Medeniyetimizin Öncü Kadınları” dersi de bu hikaye sayesindedir. Aslında “Müslüman kadın” kavramı hakkındaki ilk araştırmalarım ve ilgim, henüz bir öğrenciyken hocamın yönlendirmesiyle dahil olduğum bir projeyle başlamıştı. Bu proje, İslam medeniyetinde muhtelif disiplinlerde öne çıkmış ancak hakkında yeteri kadar malumat sahibi olamadığımız Müslüman kadınları ortaya çıkarabilmek ve böylelikle Müslüman kadının gerek yaşadığı topluma gerek de uygarlık tarihine hangi alanlarda katkı sağladığını ortaya koyabilmek maksadıyla oluşmuştu. Birçok kaynak taraması ve araştırma yaparak yürüttüğümüz bu çalışma Müslüman kadını tanımak açısından yeni ufuklar açmıştı bana. Bu çalışmayla, sınırlı da olsa belli bir tecrübe ve bilgi edinmiştim. O nedenle yüksek lisans tez konumu düşünürken de benzer bir konu çalışmak istedim. İşte tam da bu aşamada beni “Müslüman kadının tarihi mirası” adlı projeye yönlendiren hocam; “Zaten belli bir temelin oluştu. Tez çalışman da bu temelini zenginleştirsin” diyerek “Müslüman kadın kimliğinin nasıl doğduğunu” araştırmamı önermişti. Dolayısıyla yüksek lisans tezim bu konu üzerine oluşmuş oldu. Sonrasında Kutadgu Yayınları’nın bu tezi kitaplaştırma fikri üzerine benimle iletişime geçmiş olmasıyla da bu eser ortaya çıkmış oldu. Keyifli ama sancılı bir süreçti. 10-15’in üzerinde okumayla, ekleme, çıkarma ve revizelerle eserimiz bu haline ulaştı.
Elbette nevzuhur bir kavram olduğunu ya da kökeninin Türkiye tarihi ve coğrafyasıyla sınırlı tutulduğunu söyleyemeyiz. Nitekim Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla birlikte hukuki ve sosyal alanda gerçekleştirilen ıslahatlar ve bu ıslahatların Osmanlı aydınları ve toplum üzerindeki etkileriyle birlikte yeni bir kadın profili oluşmaya başladı. Bu kadın profili önceki dönemden farklı olarak; kendisini geliştirmeyi önemseyen ve eğitim kademelerinde yükselen, toplumsal meselelere duyarlı ve “Osmanlı kadını” üzerinde düşünen, haklarının savunucusu, toplumsal kalkınmayı önemseyen, söz söyleme ve eleştiri kabiliyeti kazanmış bir karakteristiktedir. Tüm bu özellikler o dönemde yeni bir kadın profiline işaret etmekteydi ve daha önceki kadın tanımından önemli farklılıklar arz etmekteydi. 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle ayakları yere daha da sağlam basan Osmanlı kadını artık eğitimlidir ve yoğun bir şekilde kamusal alana geçiş yapmıştır. Bu tarihten sonra adeta “artık biz uyandık, biz varız” diyerek bir “kadın hareketinin” başlatıcısı olmuştur. Bundan sonra kadınlar haklarını savunmak, kendilerini geliştirmek ve toplum meselelerini aralarındaki koordinasyonla çözümlemek için muhtelif sebeplerle yazılar yazmış, konuşmalar düzenlemiş ve bir araya gelerek örgütlenmişlerdir. İşte “Müslüman kadın kimliği”nden kastımız, tam da Tanzimat’ın etki ve yeniliklerinin bir neticesi olarak doğmuş, hayatın ve kamunun içindeki bu aktivist kadındır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde de elini taşın altına koyup, devletin selamet ve ayakta kalması için farklı faaliyetler gerçekleştiren kadın hareketi, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle birlikte varlığını inişli çıkışlı da olsa sürdürmeye devam etmiştir. Yeni bir ideoloji, zihniyet ve yönetim biçimi ile kurulan yeni devletin, muasır medeniyetler seviyesine yükselmek için kabul ettiği “laiklik” politikası, Müslüman kadın kimliği ve hareketini etkilemiş ve pasivize olmasına neden olmuştur. Zira yeni Cumhuriyet bu dönemde gerek alternatif bir siyasi yapılanmaya gerek de sivil toplum kuruluşlarına yani muhalif bir iddia ile çıkabilecek bir potansiyele bile uzak bir siyaset gütmekteydi. Bu dönemden itibaren İslamcılıkla beraber kadın da, dilediği eylemin peşinden özgürce gidemeyip durulmak ve ideallerinin peşinden koşmayı bırakmak durumunda kalmıştır. Bu süreç 1950’den sonra siyasi iktidarın da etkisiyle değişmeye başlamıştır. Çünkü çok partili sisteme geçiş, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yer altına çekilmek zorunda kalan alternatif fikir ve ideolojilerin sessizliğini bozmasını ve yeniden doğmasını beraberinde getirmiştir. Böylelikle İslamcılık da Cumhuriyeti’in kurulmasıyla beraber bırakmak zorunda kaldığı faaliyetlerini sürdürmeye imkân bulmuştur. Ancak bu imkân kendi iradeleriyle oluşturdukları faaliyetlerin peşinden gitmekle değil, laiklik politikası gereği siyasi konjonktürün sebep olduğu olaylara tepki göstermek ve bunun karşılığında yeni bir hak talebiyle oluşmuştur. 1960’lı yıllarda Hatice Babacan, Gülsen Ataseven, Hatice Öktem gibi isimlerin üniversiteyi başörtüleriyle okumak istemeleri nedeniyle yaşadığı münferit hadiselerle başlayıp, sonrasında her darbe sürecinde iyice belirginleşen ve 28 Şubat darbesiyle toplumsal infiale sebep olan başörtüsü yasakları, Müslüman kadını İslamcı hareket içinde yalnızca bir aktör kalmasının ötesine geçirip İslamcı kadın hareketinin fitilini ateşleyen bir mevzuu olarak doğmuştur. Bundan sonra başörtülü kadın, kendi kimliğiyle kamuda var olmanın mücadelesi içinde olmuş ve inanç özgürlüğü ve adaletin tesis edilmesi nazariyesiyle hak talebinde bulunmuştur. Yapılan eylemler, kurulan vakıf ve dernekler, il il hatta köy köy dolaşarak halkı bilinçlendirmeye yönelik yapılan konuşmalar hep bu gayeye hizmet etmiştir. Buradan hareketle başörtüsü yasaklarının, Müslüman kadını edilgen pozisyondan çıkartıp yeni bir kadın hareketi ve kimliğinin doğmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı Devleti’nde kadının sosyal pozisyonunu üç dönemde ele alıyorum ben: “Kuruluş yılları”, “fetih sonrası dönem” ve “Tanzimat sonrası dönem. Çünkü 6 yüzyıllık bir hükümranlıkta kadının sosyal yaşamını tek şekilde ele almak doğru sonuç vermeyecektir. Osmanlı’nın kuruluş yıllarında, göçebe yaşam ve tarım ekonomisi gereği kadın ile erkek alanı birbirinden ayrışmamış; kadını erkeğe eşit tutan, en az erkek kadar kadının da dışarıda aktif olmak zorunda olduğu ve sorumlulukların kadın ile erkek arasında paylaşıldığı bir sosyal sistem söz konusu olmuştur. Mevcut durum İstanbul’un fethi ve sonrasında da Kanuni Sultan Süleyman döneminde toprakların iyice genişlemesiyle birlikte değişmiş; kadın alanı ve erkek alanı net olarak ayrışmış, kadın daha ziyade ev içi rollerle nitelendirilerek mahrem kabul edilmiştir. Haliyle bu durum Osmanlı kadınının bazı konularda sosyal yaşantısının kısıtlanmasına da zemin olmuştur. Tanzimat süreci ise, kadın konusunu bir sorun olarak gündeme getiren ve kadınları oturdukları yerden kaldıran en önemli olgu olmuştur.
Çünkü Tanzimat ile birlikte kadına özellikle eğitim ve hukuk alanında yeni haklar tanımıştır. Pek çok yeni düzenleme ve ilan edilen nizamnameler ile kadın, eğitim ve hukuk alanında yeni haklarıyla tanışmıştır. 1869 yılında ilan edilen Maarif-i Umumiye Nizamnamesi eğitim alanında; 1858 yılında ilan edilen Arazi Kanunu, 1881 yılında Sicil-i Nüfus Nizamnamesi ve 1917’de yürürlüğe giren Hukuk-i Aile Kararnamesi ise hukuk alanında kadına yeni haklar kazandıran düzenlemelerdir. Öte taraftan ilkokuldan üniversite derecesine kadar her kademede kız okullarının açılmasıyla, kızların eğitim faaliyetlerine katılımı arttırılmış ve kadınların terakkisi böylece sağlanmıştır. Bu nedenle bu dönemde yeni bir kadın profilinin ortaya çıktığını çok rahatlıkla ifade edebiliriz ki bu kadın, meselelere eleştirel yaklaşabilen, rahatsızlıklarını ifade edip bunlara çareler bulan, söz hakkı olan ve toplumda itibar edinmiş bir kadındır. Kısaca eğitimli, kendi ayakları üzerinde durabilen, hak ve hürriyetlerinin peşinden gidebilen bir kimsedir. Bu sebeple Müslüman kadın kimliğinin neşetinde Tanzimat Fermanı’nı kilit bir noktada görüyorum. Bu ferman yeni bir Müslüman kadın kimliğinin doğmasına neden olmuştur. Osmanlı kadın hareketi de Tanzimat yeniliklerinin kadına olan etkisi neticesinde üç ayak üzerine oluşmuştur. Zira kadınlar dergiler, dernekler ve konferanslar yoluyla bir araya gelmiş ve bile isteye örgütlenmiştir. Birçok kadın yazar neşet etmiş ve bu yazarlar kadın dergilerinde çok farklı alanlarda görüş beyan etmiştir. Bunun yanında dokuz farklı alanda kadın dernekleri kurulmuştur. Dernekler aracılığıyla hem kendilerini yetiştirmişler, hem garip gurabanın elinden tutmuş, hem de haklarının savunucu olmuştur. Konferanslarla da özellikle orduya ciddi maddi yardımların toplanması sağlanmıştı. Toparlamak gerekirse Tanzimat Osmanlı kadınını, taşını sıksa suyunu çıkarır hale getirmiştir. Güçlü, iradeli ve mücadele ruhlu bir kadındır bu.
Evet, çok doğru. Kadın konusu ve konumu, yirminci yüzyılın başından beri Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında Üçüncü Dünya’yı oluşturan ülkelerin de siyasal söylemi ve gündeminin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu bağlamda yeni kurulmuş devletler, kadın konusundaki reformları uluslararası devletler sistemindeki yerlerini alabilme çabasının bir gereği olarak görmektedirler. Kadın konusundaki reformlar eskiyle bağların koparılmasının da en önemli göstergelerinden biri sayılmaktadır. Bu nedenle de Türk Devrimi, sosyal taban olarak kadınları tayin etmiş, “kadın devrimi” olarak sunulmuştur. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine göre kadın konusu, çağdaş medeniyetler düzeyine çıkma hususunda politik bir araçtır. Başka bir ifadeyle kadın, modernleşme ve batılılaşmanın yüzüdür. Osmanlı kadın profilinin aksine “modern görünümlü, açık saçlı, döpiyes kıyafetli” kadının kamusal hayattaki görünürlüğünün derecesi, aynı zamanda yeni devletin gelişmişliğinin de anlaşılması açısından çok önemli kabul edilmiştir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın konusu çağdaş medeniyetler düzeyine çıkma hususunda politik bir araçtır. Kadının görüntüsü, batılılaşmaya giden yolda modernleşmenin bir yüzüdür.
Şule Yüksel’in fikir ve yazılarının kendi dönemindeki etkisinin çok derin olduğunu düşünüyorum. Memleket manevi yönden kurak bir dönemdeyken ve kamusal hayatta başörtülü kadına ender rastlanmaktayken O, tesettür konusunda ve Müslüman kadının nerede olması gerektiği konusunda bir çığır açmıştır. Başörtüsünü modern bir yorumla birleştirerek, alt sınıf örtüsü olmaktan çıkarmaya çabalamıştır. O dönemdeki kadınlar için Şule Yüksel önemli bir rol modeldir ve bundan dolayıdır ki başörtüsünün kullanımı onunla birlikte yaygınlaşmaya başlamıştır. Konferanslarına örtüsüz gelen kişilerin önemli bir kısmının başını örterek bulundukları ortamdan çıkması, cezaevindeki koğuşunda birkaç kişi hariç orada bulunanların hepsinin başını örtmesi ve namaz kılmaya başlaması bu durumun açık delillerindendir. Öte taraftan 1970’li yıllardan itibaren muhafazakâr ailelerin çocuklarına Huzur Sokağı romanındaki karakterler olan Şule, Feyza, Bilal gibi isimleri koymaya başlamaları da dikkate şayandır. Bunun yanında Şenler’in senaryolaştırdığı film olan “Birleşen Yollar”da rol alan Türkan Şoray’ın, rolünün etkisiyle başını örtmek ve namaz kılmaya başlamak istediğini ancak mesleği gereği bunu yapamayacağını ifade etmesi de o dönemde Şenler’in fikirlerinden önemli oranda etkilenildiğinin bir göstergesidir.
Yazıları ve konferanslarıyla yeni bir kadın hareketliliğinin oluşmasında bir rol üstlenmiş Ayrıca Şule Yüksel, yazıları ve konferanslarıyla yeni bir kadın hareketliliğinin oluşmasında da önemli bir rol üstlenmiştir. Hümeyra Ökten, Gülsen Ataseven, Hatice Babacan gibi isimlerin başörtüsü için mücadele etmelerinin, Şenler’in çalışmalarıyla yakın dönemlere denk geliyor oluşu yalnızca bir tesadüf değildir sanıyorum. Çünkü o, Müslüman kadınlar arasında dışarı çıkışın simgesi olmakla birlikte Müslüman kadının bir birey olmasında da öncülük etmiş bir şahsiyettir. Ondan sonra birçok kadın, sivil toplum örgütlenmesi ve basın yayın alanlarında ilk deneyimlerini yaşamıştır. Mütedeyyin kesimin kız çocuklarını okutmasında da etkin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Müslüman kadının şahsiyetini bulmasında ve 28 Şubat sürecindeki iradeli tavrında, Şenler’in etkisinin yeri yadsınamaz bir gerçek olduğu söylenebilir.
Şenler fikirlerini, “toplumun iyileşmesi kadının düzelmesine bağlıdır” nokta-i nazarında inşa etmiştir. Bu doğrultuda kadını dinen, ahlaken ve toplumsal olarak geliştirmek için birçok faaliyet içinde olmuştur. 1960’lı yılların sonunda yeni bir kimlikle ortaya çıkmış ve kadına da bu kimliği aşılamaya çalışmıştır. Bu kimlik şehirli bir Müslümandı ve kadını dik durmaya, mücadeleci, iradeli ve dirayetli olmaya davet eden bir nitelikteydi. Bu hasletleri başta kendi şahsında yaşayarak göstermeye çalışıyordu. Aydın ve yazarları, rahatsız oldukları meseleleri dile getirmemekle, suspus olmakla eleştiriyordu. Kimsenin konuşamadığı hususları özgürce ve cesaretle dile getiriyordu. Cevdet Sunay’ın kendisi hakkında bulunduğu suç duyurusundan dolayı hapse girdiğinde bile Sunay’ın affını “nerede görülmüş suçlunun suçsuzu affettiği” diyerek reddetmiş, mahkumiyetinin kalan aylarını da hapiste geçirmiştir. Bu azim ve şecaatle Yelpaze Dergisi, Yeni İstanbul Gazetesi, Seher Vakti Dergisi, Bugün Gazetesi ve daha birçok yayın kuruluşunda yazılar yazmıştır. Türkiye’yi 3.5 kez il il, belde belde dolaşarak konferanslar vermiştir. 10’un üzerinde eserler kaleme almıştır. Halkın teveccühü ve katılımından yüreklenip, çalışmalarına hep daha hızlı devam etmiştir. Şüphesiz bu azim takdire şayan ve beğeniye muhataptır. Toplumlumuzu oluşturan her bir ferdin bu azmi örnek alması halinde Türkiye’nin gerek bilimde gerek sanatta çok ciddi yerlere gelmesi yüksekle muhtemeldir.
Çok partili sisteme geçiş, Demokrat Parti’nin dini değerlere ılımlı tavrı ve kentleşme olgusu neticesinde İslamcılık ve başörtülü kadın, 1950’li yıllardan itibaren kamusal alanda görünür olmaya başlamıştır. Müslüman kadının başörtüsüyle evinden dışarı çıkmaya karar vermesiyle birçok engelle karşılaştığı, vatandaş olarak var olma çabasına sürüklendiği, resmi ideoloji ve toplumun bazı kesimleri tarafından “marjinal bir grup” olarak görüldüğü söylenebilir. Yaşanan münferit hadiselerin akabinde siyasi iktidarın her geçen on yılda başörtüsüne karşı şiddetli bir reaksiyon geliştirdiğini gördük. 60’lı, 70’li ve 1980’li yıllarda farklı alanlardaki yasaklarla başörtülü kadın, dini tercihiyle kamuda var olma noktasında engellemelerle karşı karşıyadır. Bu bağlamda Müslüman kadın için başörtüsü yasağını kamusal alana çıkma engeli ve kimliğinden dolayı dışlanmanın bir aracı olarak görmek mümkündür. Başka bir ifadeyle başörtüsü yasakları, demokrasi tarihimizde bir insan hakkı ihlali olarak doğmuş ve var olmuştur. Ancak 2010’lu yıllardan itibaren yaşanan normalleşmeyle birlikte başörtülü kadının, bunca engelleme ve yasağa rağmen güçlü bir varlık ve kimlik tesis ettiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Gelinen noktada yönetim, kültür sanat, siyaset, akademi, askeriye, medya ve daha birçok alanda başörtülü kadın varlığı çok güçlü bir seviyededir. Bu durum çok farklı kırılmalara da neden olmuştur. Örneğin bugün prime-time’daki bir dizide de, uluslararası dijital bir platformun reklam panosunda da, sol bir parti liderinin seçim kampanyasında da başörtülü kadını görebilmekteyiz. Tarihimizde başörtülü kadın anlayışıyla barışık olmayan birçok yapının başörtülü kadını kabullenmek durumunda kaldığı bir gerçektir.
Şenler, yazı ve konferanslarında yalnızca kadını muhatap almaz. Onun bir cemiyet/toplum tasavvuru vardır ve gelişmenin topyekûn bir üstlenmeyle mümkün olabileceğini düşünür. Şenler’e göre, çözüm yolu ise çok nettir: İslami yaşantıya dönmek, Yaratıcının emir ve buyruklarını yerine getirmek ve taklitten uzak durmaktır. Bunda kadına büyük bir vazife düşer; zira kadının kurtuluşu, cemiyetin kurtuluşudur. Toplum ancak kadın özüne döndüğü, namus, iffet ve değerlerine sahip çıktığı zaman dönüşecek ve kurtulacaktır. Bu fikirleri temelinde düşünecek olursak, Şenler bugün yaşasaydı muhtemelen yine modernizm, kapitalizm ve teknoloji bağımlılığını eleştirirdi. Nitekim kendi kültürümüze ait yeni kavramlar olmaksızın yalnızca hazır olanı tüketmenin karşısında olurdu. Toplumumuzu ve kadını öz değerlere sahip çıkmaya, tüketmek yerine üretmeye, çağdaşlarımızı yakalamak ya da gerisinde kalmamak için onların silahını kendi değer ve kavramlarımızla yeniden oluşturmamız gerektiğini tavsiye ederdi.