Eğitimci-yazar Şule Kala’nın yeni kitabı Şifa’nın Aynası, Düş Değirmeni Yayınları’ndan çıktı. 15 yaşındaki genç bir kızın aklına takılan sorulara cevaplar aradığı Şifa’nın Aynası’nı yazarıyla konuştuk.
Şifa’nın Aynası ismi bir metafor aslında. Bu kitabı kim okursa ona ayna olsun istediğim bir çalışma. Bu ayna bize bedenimizi değil, ruhumuzun derinlerini göstersin istedim. Ahlâkın, değerlerin ve dinimizin anlaşılması konusunda hayatın hiçbir döneminde bu kadar çok kaynak yazılıp çizilmedi belki de. Bu bir yönüyle müthiş bir bereket tabii. Ancak bir yanıyla da bazı tehlikeleri barındırıyor içinde. Herkesin kendini “bir şeylerin uzmanı” olarak ilan ettiği bir dönemden geçiyoruz. Ve uzman olmak aldığınız eğitimlerle değil popüler olmakla eş değer olarak görülüyor. Özellikle gençlerin nazarında ne söylediğinizden çok ne kadar popüler olduğunuz, ya da anlattığınızın bir ihtiyaca cevap vermesinden çok bir şeyi ne kadar “eğlenceli” şekilde dile getirdiğiniz önem kazanmış durumda. Söylemlerin vaaz kürsüsünden seslenmekle gençlere ulaştığı dönemler bitti artık. Mükemmel örnekleri göstererek “Bak görüyor musun, neleri başarmış!” dediğimiz anda çocuklarımızın bizden ışık hızıyla kaçtığını görüyoruz. Aslında her insanın hata yapabileceğini, yalpalayabileceğini ancak sağlam temeller üzerine inşa edilen kimliklerin eninde sonunda kendini keşfedeceğini duymak istiyorlar. Muhammed İkbal’in de dediği gibi “İsyan olmayınca benlik ele geçmez.” Ama biz “kusursuz yetişkinler!” olarak “Kusursuz evlatlar!” istiyoruz. Tek tip insan olmamız istense, Allah hepimizi bir örnek yaratırdı. Hepimiz birbirimize hem çok benziyoruz hem de bambaşkayız. Bu kitapla da hem çok benzeyen yanlarımızı hem de birbirimizden ne kadar farklı olduğumuzu fark edelim istedim. Çünkü böyle yaratılmış olmak müthiş bir zenginlik.
“İnsan insana aynadır” sözünü hatırlatmak isterim. Kur’an’ın da yöntemlerinden biridir ve hepimize çok tesir eder kıssadan hisse çıkarmak. Bu sebeple hikâyeler, romanlar okumayı severiz, bizi etkileyen filmleri seyretmekten keyif alırız. Rahmetli Doğan Cüceloğlu hocamın bir ifadesine rastladığımda Şifa çıkmak üzereydi. O zaman anladım ki bu kitabı okuyan biri hem başkasının hikâyesinde kendine ait bir şeyler fark edecek hem de aslında kendisi için ne yapması gerektiğini idrak edecek. Bakın ne diyor Doğan Hoca; “Lütfen bir defter alın, ona ‘Duygularımın Heyecanlarımın Anıları’ başlığını koyun. Günde 15-20 dakika ayırın. Yolculuğa başlayın. Böyle bir defteri tutmaya başlarsanız yavaş yavaş kendi iç dünyanıza, içinizdeki iç çocuğa ulaşmaya başlarsınız. Bir köşede kapalı duran o çocuğa ulaştığınız zaman kendinizin farkına varırsınız.” Yani diyorum ki sevgili gençler, kendinizi ifade etmenin yollarını bulun. Size iyi gelen ne? Ama mutlaka yazın. Kimseye anlatamadıklarınızı ifade etmenin, iç dünyanızı keşfetmenin en güzel yolu bu.
Her yetişkin bir zamanlar çocuktu, gençti. Bunları unutsak da gerçek bu. Ama hiçbir çocuk ya da genç henüz yetişkin olmadı. Onlardan aklı başında birer yetişkin gibi olmalarını nasıl bekleyebiliriz? Hepimizin “keşke”leri ve “iyi ki”leri var. Sanırım biraz da bunlarla yüzleşelim istedim. Her çocuk önce kendi ailesi tarafından kabul görmek ister. İnsanın kendini sevebilmesi için dahi onu dünyaya getirenler tarafından “her koşulda” sevilmesi gerekir. Bu ebeveynin çocuğuna borcudur. Normal bir duruş sergilediğinde ailesinden kabul alamayan genç, sıra dışı deneyimleri zorlayıp ailenin en hassas damarını da yakalayarak onları sınamak ister. Beklediği, duymak istediği sadece şudur anne-babadan: “Ne yaparsan yap ne söylersen söyle, neye inanırsan inan bunların hiçbiri senin bizim yavrumuz ve canımızın bir parçası olduğun gerçeğini değiştirmeyecek!” Bu sebeple onları anlaması gereken biziz, anlaşılması için mücadele edilmesi gerekense onlar. Onları kaybetme lüksümüz yok. Şifa hem çocuklarımız için hem de çocukluğunu unutan ana babalar için yazılmış bir kitap aslında. Okuyan herkese şifa olması duasıyla yazılmış bir kitap…
Birbirinden farklı kalemleri ve tarzı farklı sanatçıları özellikle zikrettim kitapta. Çünkü bizim toplumumuzda ön yargıların ucu bucağı yok. Bir insan hem Necip Fazıl hem Nazım Hikmet okuyamazmış, gibi. Ya da bir insan hem dindar olup hem de müzikle bağ kuramazmış gibi. “En fazla ilahi dinleyebilir!”miş gibi bir algı var. Aslında kitap boyunca mümkün mertebe bu önyargıları yıkmayı, hangi mahalleden olursa olsun herkesten öğreneceğimiz şeyler olduğunu, en yüce sanatkârın Cenab-ı Hak olduğunu vurgulamaya çalıştım. Aksini iddia ettiğimiz ve dünya hayatının nimetlerini ölçülü şekilde sevmenin de bizim değerlerimizin bir parçası olduğunu inkâr ettiğimizde gençlerimiz elimizden kayıp gidiyor. Onlar hayata bu güzelliklerle tutunuyorlar. Bunları ellerinden aldığımızda vaat edeceğimiz ne kalır ki geriye? Biz isteriz ki sanatımız hem kendimize hem de yansıyan insana şifa olsun. Biz isteriz ki gençlerimiz değerlerimizi sevsin, kendi sanatlarını ortaya koysun ve dünyaya tanıtsın. Sanatımız bize şifa olsun.