Amerika Birleşik Devletleri’nde beyaz bir polis tarafından acımasızca öldürülen siyahi vatandaş George Floyd olayına tepki olarak başlayan protestolar, salgın sürecinin olumsuz etkileri, artan işsizlik, karamsarlık ve Trump karşıtlığı ile birleşince önlenemez biçimde büyüdü, vandallıkla birleşti ve Kasım 2020’de seçime gidecek ülke için dengeleri değiştirebilecek bir duruma dönüştü. Tam da bugünleri anlamamızı kolaylaştıracak, süreci takip etmemizi sağlayacak ve daha geniş bir tahlil imkanı sunacak bir eser var: Hakikatin Ölümü.
Michiko Kakutani aslında bir edebiyat eleştirmeni. Yale Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okuduktan sonra New York Times’ta kitaplar üzerine kaleme aldığı yazılarla ün kazanmış, hatta edebiyat eleştirisi dalında Pulitzer Ödülü bile almış bir isim. 2016’da Trump’ın ABD başkanlığı için propaganda sürecine başlaması ve nihayet seçilmesi ile birlikte, zaten uzun süredir ilgisi siyaset ve kültür yazılarına kayan Kakutani, kitaplar üzerine o güzelim yazılarını bırakıp Trump siyasetinin neye yol açtığını daha detaylı çalışmak ister ve böylece Hakikatin Ölümü ortaya çıkar.
Hakikatin Ölümü temelde, Trump’ın kişiliğinde cisimleşen, Amerika’nın nesnel gerçeklerden uzaklaşarak hakikate değil hurafelere inandığı bir döneme eleştirel bir analiz getirmeye çalışıyor. Kitapta, siyasetin zaten pamuk ipliğine bağlı olan nefreti ve kutuplaşmayı körüklediği, teknolojinin ayrıştırıcı yönü, insanların taraf tutmaya zorlanması ve suni etiketlemelere tabi tutulması, haber ile eğlence arasındaki sınırların bulanıklaşması, akademide ve daha geniş olarak kültürde göreceliğin yükselişi, ABD siyasetinde karar merciilerinin istedikleri bilgiyi alıp istemediklerini yok saymaları konuları üzerinde duruluyor.
Kitap dokuz bölümden oluşuyor. Bunlar sırasıyla şöyle: Aklın gerileyişi ve çöküşü / Yeni kütlür savaşları / “Moi” ve öznelliğin yükselişi / Gerçekliğin yok oluşu / Dilin ele geçirilişi / Filtreler, gruplar ve kabileler / Dikkat eksikliği / “Yalan Hortumu”: Propaganda ve sahte haber / Trollerin hazzı.
Michiko Kakutani, günümüzde bilgiye dayalı gerçek (hakikat) ve analizin hızla azaldığını söylüyor. Onun yerini sahte, yalan, akıl ve bilim dışı “inançlar”; yani başka türlü söyleyecek olursak batıl inançlar, hurafeler alıyor. Sahte haber ve alternatif gerçekler olarak adlandırılabilecek bilim dışı yaklaşımların geçerliliği artıyor. Örneğin, küresel ısınmaya ve aşıya inanmayanlar ABD ve diğer pek çok ülkede kendilerine her geçen gün daha fazla destekçi buluyorlar. Beyaz ırkın üstünlüğünü savunan, ikinci dünya savaşındaki soykırımı reddeden insanlar alternatif bir tarih bilgisi üretmek istiyorlar. Rus sosyal medya trolleri takma Amerikan hesaplarıyla yanlış bilgi pompalıyorlar. Bütün bunlara ek olarak ABD’nin 45. Başkanı Donald Trump sürekli aldatıcı, yalan bilgiler yayıyor.
Washington Post’un hesaplarına göre Trump, görevde bulunduğu ilk iki yılda 2 bin140 defa yanlış ve yanıltıcı bilgiler sunmuş. Bu, günde 5.9 yalan anlamına geliyor. İşimize geleni aldığımız, işimize gelmeyeni “hakikatten saymadığımız” bu çağ bizi çürütüyor. Alternatif gerçekler üretmeye çalışıyoruz. Bu alternatif gerçeklerin bizi götürdüğü tek yer ise çıkmaz sokaklar oluyor. Demokrasinin temelleri sarsılıyor, insanların devletlere güveni ve itimadı azalıyor. Kakutani’nin de bahsettiği gibi Freedom House’un bir araştırmasına göre özgürlük ve demokratik normlar dünyanın dört bir yanında üst üste 13 yıldır geriye gidiyor.
Nesnelliğin yerini “ben öyle böyle düşünüyorum”un alması, hurafelerin yükselişi, liderlerin hakikati alaya alıp küçümsemesi, uydurma haberlerin ucuz siteler ve sosyal medya aracılığı hızla yayılması, teyit etmenin lüks görülmesi, komplo teorilerinin havada uçuşu, sağduyunun yerini nefretin alması, bilimin tartışmaya açılması, vasat fikirlerin uzman görüşlerinin önüne geçmesi “hakikat sonrası” (post-truth) çağının göstergeleri haline geldi. Burada alt alta sıralanan olumsuzlukların hepsi yeni değil elbette ama post modernizmin sloganı olan “her şey gider”in (anything goes) sonucu olarak daha şiddetli biçimde karşımıza çıktığı da bir gerçek.
Bugünlerde Amerika’da yaşanan protestoların beklenmedik ölçüde büyümesi ve farklı ülkelere de yayılmasının altında sadece Floyd’un öldürülmesi sonucu siyah öfkenin ortaya çıktığını söylemek herhalde en konforlu açıklama olur. Burada Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nda, Hitler’in Yahudilere yaptığı acımasızlıkların sembol ismi olan Adolf Eichmann’ın savunması üzerinden anlattığı olguyu hatırlamamız lazım. Eichmann bütün o korkunç zulümleri işlerken sadece emir gereği yaptığını ve bundan hiç rahatsızlık duymadığını söylüyordu. Hatta soykırım kamplarını gitmemişti bile. Varolmak için metafizik bir kaynağa ihtiyaç duymayan kötülüğün sıradan niteliğini, normal insanlardan oluşan kitlelerin iyiyle kötü arasında net ve kesin bir ayrım yapamamasına bağlıyordu Arendt. ABD’deki o beyaz polis de Floyd’u öldürürken “bunu her zaman yapar gibi” gerçekleştirmişti. Yüzyıllık tarihi tekrarlıyordu ve bundan pek gocunmuyordu. Yeniden ve yeniden üretilen, miras bırakılan bu nefret insanların esas canını sıkan şeydi ve çok büyük protestolara neden oldu.
Trump’ın daha önce Central Park’taki koşucu kadın cinayettinde (bakınız When They See Us isimli Netflix dizisi), 20 yıl hapis yattıktan sonra suçsuz oldukları anlaşılan 5 siyahi gencin idamını hararetle savunmasının hatıralardaki tazeliği de eşlik ediyor. Tüm bunlar Amerika’nın ve dünyanın geleceğini nasıl etkileyecek, Trump tekrar seçilebilecek mi, dengeler değişecek mi önümüzdeki aylarda göreceğiz elbette. Fakat Hakikatin Ölümü vesilesiyle hatırlamamız gereken bir şey var: Yalanın hiç bu kadar gerçek olmadığı tuhaf zamanlarda, hakikati hepimizin can hıraş bir şekilde daha fazla savunmamız gerektiği. Hem de ne pahasına olursa olsun!