Günümüz toplumunda her grup veya alt kimlikler fanatikleşmiş durumdadır. Fanatik grup aidiyeti saplantı haline gelmiş ve bilgiye açık zihin yapısı adeta kapatılmıştır. Şartlanma ve koşullanma ile akıllar da imha edilmiştir. Bu tür kolektif narsist ve körü körüne bağlı insan ve grup tiplerinin Tevhid’i kabul etmeleri kolay olmayacaktır. Sözde Tevhid’i kabul etseler de özde Tevhid’i inkâr edeceklerdir. Tevhid’i inkâr ettiklerinin bilincine bile varamayacaklardır. Biz atalarımızdan ve babalarımızdan böyle gördük diyeceklerdir.
Bu aşırı kendisini beğenen ve kendi grubundan başkasının haklı olmadığına inanan bir toplumun, tevhidi anlaması elbette zor olacaktır. Birey ve toplumlar ideolojik olarak fanatikleştikleri ölçüde gerçeği yakalamaları da mümkün olamayacaktır. Bugün de ideolojik fanatizmin tehlike boyutuna gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. İdeolojik fanatizmin ilacı da Tevhid akidesidir. Zira sosyal hayatta kıblesi Kâbe olanların barış silahı Tevhid’dir. Kıblesi Kâbe olanlar zaten barışçıdırlar. İslam dini barış dinidir. Topyekûn sulh ve selamete giriş dinidir. Klasik dönemdeki Tevhid anlayışı, günümüzdeki sosyal güvenlik anlayışı gibidir. Tevhid, sadece kendisini kurtarma dini değildir. Tevhid, sadece iç hukukumuzu tanzim eden bir anlayış da değildir. Tevhid, hem iç hem de dış hukukumuzu tanzim eden bir anlayıştır.
İslam’ın Tevhid ilkesi, devlet ile vatandaşı arasındaki dengenin Tevhid’ini de kurmayı hedeflemiştir. İslam, idare hukuku alanında insanlığa, anayasal mahiyetli evrensel ilkeler önermiştir. Bu ilkeler, özgürlük, sorumluluk, adâlet, emaneti ehline vermek ve şûrâ olarak belirlenmiştir. Kur’ân, yöneten ve yönetilenler arasında âdil bir düzen kurmayı emretmiştir. Keza Kur’ân, idari görevleri emanet görevler sayıp bu görevlerin tesliminde emanetin ehline/liyakatli olan insana verilmesini de emretmiştir. Bu emirler, anayasal mahiyetli, üst norm niteliğinde emirlerdir.
Bu bağlamda Tevhid düzeninin sağlanması konusunda Kur’ân, “adl” ve “kısd” kavramlarını kullanmıştır. Bu kavramlardan adl adaleti, anayasal eşitlik haklarını ifade ederken, kısd adaleti ise idari görevlerde liyakatin esas alınması gerektiği anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de tevhidin eşitlik adâleti, "adl" terimi ile ifade edilmiştir. İnsan hakları alanı; eşitlik adâlet alanı kabul edilmiştir. Eşitlik adâleti alanının istisnası da bulunmamaktadır. Dil, din, cins, ırk ayırımı yapılmaksızın bütün insanlar arasında, insan hakları açısından, tam bir eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır. Adâlet, bireylerin kanun önünde ve mahkeme kararlarındaki hükümlerde eşitlik anlamına da gelmektedir. Adl adaletinde objektif kriterler esas alınmalıdır. Keza adl adaleti, can, düşünce, inanç, nesil, mülkiyet, eğitim gibi haklar eşitlik ilkesi gereği adl adâletinin kapsam alanındadır. Herkes, dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olduğu ilkesi benimsenmiştir. Adl adalet gereği hiç bir kişiye ve zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınması düşünülemez. Bu adaleti uygulama konusunda devlet, adil bir hakem konumundadır. Devlet ile vatandaşları arasında objektif kriterlerin denetimi ve gözetimini yapar. Bu adalet ilkesi gereği, devlet organları ve idari makamları bütün işlemlerinde, kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduğu da anlaşılmaktadır.
Kur’an’da kısd adalet anlayışına gelince, genellikle; istihkak, liyakat ve oran adâleti de denilen bu kavram "kısd" terimi ile ifade edilmiştir. Kısd adâleti, daha çok emanet görevler olan, devlet görevleri için kullanılan bir kavram olmuştur. “Kısd” adâleti söz konusu olduğunda, mutlaka hak edilen bir görevden söz edilmiştir. Bu görevler emanet görevleri olup liyakat esasına dayanmaktadır. Devlet görevlerinde liyakat anayasal bir emirdir. Bu anayasal tevhidi emrin ihlali ve ihmali, toplumun terakkisine mani olmak demektir.
Bu atamalarda anayasal Tevhid’in liyakat esası temel alınmazsa, milletin geleceğinin terakkisine set çekilmiş olunabilir. Bu ilkenin pratiğe sokulması da ancak hukukun üstünlüğü ilkesine inanmakla mümkün olabilir. Hukuk devletlerinin yapısı, bu iki tür adalet anlayışının icrasından geçmektedir. Adl ve kısd adalet anlayışı savsaklanırsa; vicdanlar kanatılır, vicdanlarda ne duygu ne de sevgi bırakılmış olur.
Bu emanet görevler, devlet görevleri olup en titiz davranılması gereken alanlardır. Devlet malı sorumluluğu âdeta vakıf malı gibi dikkat gerektirir. Devletin malı, milletin malı gibidir. Milletin malı üzerinde, kendi malımız gibi özgür olamayız. Sorumluluk alanlar, kendilerine uykuları bile haram kılan kimseler olmalıdırlar.
Devlet başkanı atanmanın meşruiyet kaynağını, tarihten günümüze ya ‘biat’ aracı ile halk ya da halkın seçeceği uzman kurul olan ‘ehlü’l hal ve’l-akd’den’ alınacak yetki oluşturmuştur. Bu sayede İslâm idare hukukunda, yöneten ve yönetilenler arasında yetki halktan alınmıştır. Sonuçta nasslar, sorumluluk hukuku alanında yönetimde adaleti ve liyakati esas alarak bir tevhidi denge kurmaya çalışmıştır. Nasların önerdiği bu Tevhid anlayışı, devlet ve vatandaş arasında adil bir düzen kurulamadığı sürece, kimi ağlarken; kimi de gülecektir.