
“Araplar Osmanlı’ya ihanet etti”… Bu ifade öyle yerleşmiştir ki çoğu zaman ne tarihi arka planı sorgulanır ne de bunun hangi Arap topluluğunu, hangi bölgeyi ya da hangi dönemi kastettiği düşünülür. Erken Cumhuriyet, Batı’ya yönelmek ve dar bir çerçevede tanımladığı “Türklüğü” İslam dünyasından yani ‘Doğu’dan ayrıştırmak için güçlü bir zihinsel kopuşa ihtiyaç duyuyordu. “Arap ihaneti” anlatısı da tam bu kopuşu meşrulaştırmak için yaygınlaştırılmıştı.
Osmanlı’nın son dönemine dair en sık tekrarlanan klişelerden biri, “Araplar Osmanlı’ya ihanet etti” söylemidir. Bu ifade öyle yerleşmiştir ki çoğu zaman ne tarihi arka planı sorgulanır ne de bunun hangi Arap topluluğunu, hangi bölgeyi ya da hangi dönemi kastettiği düşünülür. Oysa bu yargı, gerçeklikten çok Cumhuriyet’in ilk yıllarında şekillenen ulusçu ideolojinin siyasi ihtiyaçlarının bir ürünüdür. Erken Cumhuriyet, Batı’ya yönelmek ve dar bir çerçevede tanımladığı “Türklüğü” İslam dünyasından yani ‘Doğu’dan ayrıştırmak için güçlü bir zihinsel kopuşa ihtiyaç duyuyordu. “Arap ihaneti” anlatısı da tam bu kopuşu meşrulaştırmak için yaygınlaştırılmıştı.
Şerif Hüseyin’in İngilizlerle anlaşarak 1916 Haziran’ında başlattığı isyan, Hicaz’daki dar bir çevreyi temsil ediyordu. Bu ise o dönemki Arap dünyasının cüzi bir bölümüne tekabül ediyordu. Buna karşılık bugün Suriye, Irak, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Körfez ülkelerini kapsayan geniş coğrafyada milyonlarca Arap, I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Devleti’ne ve halifeye bağlılığını sürdürmüştür. Bu yazıda, işte bu sloganik önyargının neden gerçeklerle örtüşmediğini ve üretilip sürdürülme gerekçelerini ortaya koymaya çalışacağız.
Tarih boyunca Araplar ve Osmanlı
Osmanlı Devleti ile Arap coğrafyası arasındaki tarihsel bağ on altıncı yüzyılın başlarında Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır seferleriyle imparatorluğun neredeyse tüm Arap dünyasına hâkim olmasıyla kurulmuştur. Bu geniş coğrafyanın bazı bölümleri fiilen başka güçlerin işgali altında olsa bile 1914 yılına gelindiğinde Hicaz, Yemen, Basra, Bağdat, Musul, Halep, Suriye ile hukuken Osmanlı’ya bağlı kabul edilen Mısır ve Tunus gibi pek çok bölge hala Osmanlı egemenliğinde sayılıyordu.
Arap halkları ile Osmanlı arasındaki ilişki, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına dek büyük ölçüde İslami bir bağlılık zemininde sürüyordu. Konargöçer yani bedevi topluluklar bu genel çizginin kısmi bir istisnasını oluştururken, şehirli Araplar kendilerini etnik kökenlerinden çok aynı inancı paylaştıkları “Osmanlı” kimliğiyle tanımlıyordu. Klasik dönemin vatandaşlık düzeni olan millet sisteminin de bir uzantısı olarak Araplar, devlet içinde kendilerini hiçbir zaman “yabancı bir unsur” olarak görmediler. Nitekim yüzyılın ilk yarısına kadar “Arap meselesi” olarak tanımlanabilecek belirgin bir huzursuzluk da ortaya çıkmamıştı.
Arap halklarının geniş kesimlerinin Osmanlı yönetimine ve hilafete yönelik dini ve siyasi bağlılıklarının I. Dünya Savaşı arifesine kadar güçlü bir şekilde devam ettiğini gösteren örneklerden biri ise 1911-12’de gerçekleşen Trablusgarp Savaşı’dır. Osmanlı Devleti, İtalya’nın haksız saldırısına karşı Müslüman kamuoyunu harekete geçirmiş, halifeliği savunmak için Arap topluluklarını etrafında toplamayı başarmıştı. Trablusgarp’ta özellikle Senusiler ve bölgedeki Arap halk İstanbul’a sadakatini sürdürmüştü.

Arap milliyetçiliği ve İttihatçılık
Arap milliyetçiliği olgusu on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında özellikle Suriye ve çevresinde ortaya çıkan ve başlangıçta ayrılıkçı bir siyasal yön taşımayan kültürel canlanma hareketi “Nahda” ile başlatılabilir. Bu kültürel uyanış tıpkı İstanbul merkezli olarak Tanzimat aydınlarının Türkçe ve Türk geçmişiyle farklı tarzda ilişki kurmaya başlaması gibi Arap aydınlarının da dil, tarih ve edebiyat üzerinden kendi geçmişlerini yeniden keşfetmeleriyle başlamış ve misyoner okulları ve modern eğitim kurumlarının etkisiyle güçlenmişti.
Nahda’nın ilk dönem düşünürleri Osmanlı’ya açık bir karşıtlık geliştirmemiş, bağımsızlık söylemi kullanmamışlardı. Ancak Batı etkisinin artması ve Osmanlı’nın yaşadığı ardı ardına toprak kayıplarının yarattığı sarsıntı, Suriyelilik ya da Lübnanlılık kimliğinin ötesinde “Arapların ortak bir kaderi” fikrinin aydın çevrelerde tartışılmasına zemin hazırlamıştı.
Arap milliyetçiliğinin siyasal harekete dönüşmesi ve ayrılıkçı bir nitelik kazanması ise İttihat ve Terakki’nin iktidara gelişiyle hızlandı. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten sonra yönetimi fiilen elinde tutan İttihatçıların Arap bölgelerinde uyguladığı daha otoriter ve merkeziyetçi politikalar, Osmanlı’nın İslami karakterinin zayıflatıldığı düşüncesini güçlendirmiş, Arap liderler arasındaki memnuniyetsizliği artırmıştır. İttihat ve Terakki idaresinin bazı alanlarda Türkçeyi zorunlu kılması ve idari yapıyı sıkı biçimde merkezileştirmesi, Arap mebusları ve aydınları arasında memnuniyetsizliğe yol açmıştır.

İngiliz emperyalizminin belirleyici rolü
Şerif Hüseyin isyanının zeminini Arap milliyetçiliğinin yükselişi ile İttihat ve Terakki’nin otoriter olarak görülen politikalarına duyulan tepki oluştursa da belirleyici unsur Şerif Hüseyin’in hanedan hırsları ve bağımsız bir Arap krallığı kurma isteğiydi. İngiliz emperyalizmi ise isyanın seyrinde ve başarıya ulaşmasında kritik ve yönlendirici bir rol oynamıştı. Nitekim 1914’ün başlarında savaş başlamadan önce Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah, Kahire’deki İngiliz yönetimiyle temas kurmuştu. Kasım 1914’te İngiltere’nin savaşa girmesiyle muhtemel bir Arap ihtilali İngiliz stratejisinin önemli bir unsuru haline geldi.
İngilizlerin temel amacı, bu isyanı kullanarak çok sayıda Osmanlı askerini Arap Yarımadası’na bağlamak ve Filistin-Suriye hattındaki ilerleyişlerini kolaylaştırmaktı. Bu doğrultuda isyancılara sınırsız mali ve lojistik destek sağlanıyordu. Örneğin İngiliz donanması Kızıldeniz’deki Cidde, Yenbu ve Vech gibi liman şehirlerini kontrol altına alarak Arap kuvvetlerinin ikmalini sağlıyor, Lawrence gibi subaylar ise Emir Faysal’ı İngiliz hedefleriyle uyumlu şekilde kuzeye, Filistin ve Suriye yönüne doğru yönlendiriyordu.
Bununla beraber isyana katılan Arap kitlesi oldukça sınırlıydı. İsyan, Şerif Hüseyin liderliğindeki Haşimiler ile İngiliz altınlarıyla desteklenen bazı Bedevi kabilelerinin girişimiydi. İsyancılar, Hicaz dışındaki Arap topluluklarından düzenli bir askeri güç sağlayamamıştı. Buna karşılık Suriye, Irak ve Filistin’deki Arapların büyük çoğunluğu isyana destek vermedi. Hatta Dördüncü Ordu bünyesindeki 12 tabur Arap asker, düşmana karşı Osmanlı saflarında sadakatle çarpışıyordu. İsyan başladığında Medine’deki Arapların neredeyse tamamı Osmanlı’ya bağlılık göstermişti.
Suya düşen İngiliz vaatleri
İngiliz hükümetinin Şerif Hüseyin’e verdiği sözlerin hiçbirini tutmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Zira İngilizler daha 1916’da Sykes–Picot Antlaşması’yla Arap coğrafyasını Fransa ile birlikte mandalar halinde kendi aralarında paylaşmışlardı. Ayrıca Filistin’in kasıtlı olarak Hüseyin’e vadedilen topraklardan çıkarılması ve 1917 Balfour Deklarasyonu’yla Siyonistlerin Filistin’de bir yurt kurma hedefinin resmen desteklenmesi de bölgenin kaderini derinden etkileyecek gelişmelerin temelini oluşturdu. Neticede Şerif Hüseyin, halifelik ve krallık hayallerinin peşinde çıktığı yolda İngiliz emperyalizminin kuklası ve coğrafyada bir asırdır süren istikrarsızlıkların fitilini ateşleyenlerden olmaktan kurtulamadı.
“Arap isyanı” ifadesi doğru mu?
Erken Cumhuriyet ideolojisinin, Osmanlı’nın parçalanmasında asli sorumluluğu taşıyan İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler ile İttihatçıların hatalı politikalarını geri plana itip bunun yerine Arap halklarını toptan suçlayan sloganik bir önyargıyı öne çıkarması, meselenin ne kadar yanlış ele alındığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Böylece söz konusu “ihanet” ithamı dönemin ırkçı söylemlerini besleyen kullanışlı bir araca dönüşmüştür.
“Arap isyanı” ifadesi bile başlı başına yanlıştır. Daha doğru bir adlandırmayla “Şerif Hüseyin İsyanı” çoğu zaman ileri sürüldüğü gibi Arap milliyetçilerinin topyekûn bir hamlesi değil, İngilizlerin kendi emelleri doğrultusundaki yönlendirme ve finansmanıyla, Şerif Hüseyin’in hanedan hesapları doğrultusunda şekillenmiş sınırlı bir girişimdi. “İhanet” söylemi ise I. Dünya Savaşı’nın çok yönlü siyasi, dini ve emperyalist dinamiklerini, ayrıca Arap halklarının büyük çoğunluğunun hilafete bağlılığını görmezden gelen, tarihsel gerçeklikten kopuk bir ideolojik çarpıtmadan ibarettir.
Haksız bir klişenin sonu
Sıkça tekrarlanan “Araplar bize ihanet etti” klişesi, tarihi hakikati gölgede bırakarak geleceği kendi ideolojisine göre şekillendirmek isteyen bir anlayışın ürünüdür. Oysa tarih, sloganlarla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. “Arap ihaneti” gibi tüm Arapları kapsayan bir isyan hareketi hiçbir zaman yaşanmadığı gibi Arap dünyasının geniş kesimleri savaş boyunca Osmanlı’ya bağlı kalmaya devam etmiştir. Şerif Hüseyin’in İngilizlerle yaptığı pazarlıklar ve kişisel ikbal hesapları ise bu hadisenin seyrini belirleyen asıl dinamiklerdi.
Buna rağmen erken Cumhuriyet ideolojisi, kendi toplum mühendisliği doğrultusunda yüzünü “seküler” Batı’ya çevirirken, gerçeklikten uzak bir söyleme yaslanmayı tercih etti. Bu söylem aynı anda birkaç işlev görüyordu: İlk olarak, imparatorluk geçmişi büyük ölçüde görmezden geliniyor, bugün dünyanın çoktan terk ettiği dar ve etnik temelli bir ulusçuluk yeni kimliğin merkezine yerleştiriliyordu. Balkanlar, Anadolu ve Arap coğrafyasını yüzyıllar boyunca birbirine bağlayan asıl maya olan İslam kardeşliği ise tarihin raflarına kaldırılırken, bu kopuş “ihanet” söylemiyle meşrulaştırılıyordu.
Bir diğer boyut ise, dönemin dini alanla ilgili tüm inkılaplarında olduğu gibi “irtica” söyleminin bu kez sözde “ihanetle özdeşleşmiş bir Araplık” imajıyla güçlendirilmesiydi. Böylece hem geçmişle bağlar koparılıyor hem de yeni ulusal kimliğin seküler ve etnik temelleri tahkim edilmeye çalışılıyordu.
Tarihte yaşanan olayları çok boyutlu ele almak, sebeplerini görmek ve vakaları “tarihselleştirmek” bugünün dünyasında yaşayan insanlar olarak bizlerin geçmişteki hataları yeniden tekrarlamamasını sağlayan en önemli hamledir. Bu tarihselleştirme çabasından uzak durmak ise “Arap ihaneti” gibi belirli amaçlarla üretilmiş bir çarpıtmayı bugüne taşımak ve bunun üzerinden düşmanlıkları, ayrımcılıkları ve ırkçılığı beslemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.








