Süleyman Demirel 42 yaşında genç bir Başbakan'dı.
Saraçoğlu Mahallesi'ndeki konutun arka kapısından çıkıp, az ilerideki Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın konutuna girdi.
Korumalarını atlatmıştı.
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel heyet raporu ile Cumhurbaşkanlığından azledilmişti. 27 Mayıs darbesini yapıp Menderes'i idam eden darbeci Milli Birlik Komitesi üyelerinin sayısı 38'di. Kaderin garip bir cilvesi olsa gerekti ki, darbenin lideri Gürsel'i cumhurbaşkanlığından azleden kararın altında da 38 doktorun imzası yer alıyordu.
Gürsel'in azledilmesiyle birlikte Demirel'in omuzuna yeni cumhurbaşkanını seçme görevi binmişti.
Rejimin bıçak sırtında oturduğu günlerdi. 27 Mayıs'ın rüzgarları esmeye devam ediyordu. Süleyman Demirel, Cevdet Sunay'a cumhurbaşkanlığı görevini teklif etti.
Sunay zaten bunu bekliyordu. Böylece asker cumhurbaşkanı silsilesine yeni bir halka daha ekleniyordu.
Sunay'la Demirel iyi anlaştılar. Hatta Genelkurmay Başkanı Cemal Tural'ın darbeye hazırlandığını sezip, birlikte emekliye sevk ettiler. Cemal Tural'ı sabah değil öğleden sonra emekliye sevk etmeyi öneren Sunay'a, Demirel'in cevabı "Öğleye kadar beklersek, ikimizi de torbaya doldurur” olmuştu.
Demirel ile Sunay 12 Mart söz konusu olunca aynı dayanışmayı sergileyemediler. Cumhurbaşkanı 1 gün önce haber aldığı darbeyi başbakandan sakladı. MİT Müsteşarı Fuat Doğu tarafından istifası istenen Başbakan Demirel ise uzun süre Sunay'a ulaşamadı. Sunay telefonuna çıktığında ise artık çok geçti.”
Beni de devreden çıkardılar Süleyman Bey
” diyebildi.
Bülent Ecevit ile Süleyman Demirel, 12 Martçıların Faruk Gürler dayatmasına rağmen işbirliği yapıp, Fahri Korutürk'ü cumhurbaşkanı seçtirmişlerdi. 12 Eylül darbesinden önce uyarı mektubu veren Komutanlar, Cumhurbaşkanı Korutürk'e, ”Gelin başımıza geçin, Türkiye'yi içinde bulunduğu badireden çıkaralım” teklifinde bulunmuşlardı. Askerin başımıza geçin teklifini kabul etmeyen Korutürk, kendisi görevdeyken herhangi bir müdahalede bulunmamalarını istemiş, uyarı mektubunu 6 gün sakladıktan sonra liderlere vermiş ancak bu diyalogları Ecevit ve Demirel'le paylaşmamıştı.
Başbakan Davutoğlu'nun “Cumhurbaşkanı bir general olsun, başbakanı denetlesin diye düşünülmüş” tespiti çok önemli. Cumhurbaşkanlığı rejimin gözetleme kulesi olarak inşa edilmiş. 1982 Anayasası ile birlikte darbe lideri Kenan Evren'e uygun olarak, ”Yetkili ama sorumsuz cumhurbaşkanı” modeli ile bu durum iyice perçinlenmiş.
Cumhurbaşkanı Özal, kendi partisinin başındaki Başbakan Mesut Yılmaz'la mücadeleye girmiş, ömrü vefa etse cumhurbaşkanlığından istifa edip aktif siyasete girmeyi göze almıştı.
Cumhurbaşkanı Demirel ile Başbakan Çiller ise kıran kırana bir mücadele vermişlerdi. Öyle ki Demirel, ”kadın olmasan seni şu pencereden atardım” demek durumunda kalmış, Çiller, Münif İslamoğlu'nun omuzuna başını koyup ağlamıştı.
Başbakan Ecevit, cumhurbaşkanı seçilmesini sağladığı Ahmet Necdet Sezer'den siyasi hayatının en ağır darbesini yemişti. MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer tarafından önüne anayasa fırlatılan Ecevit, toplantıyı terk etmek durumunda kalmıştı. Hüsamettin Özkan'ın deyimiyle, “Nankör kedi” durumu.
Şimdi Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü arasındaki ,“Memleket rakı sofrasından yönetilemez” tartışmasına gidip, İsmet Paşanın başbakanlıktan azledilmesine değinmek istemiyorum. Ama DP'nin ilk yıllarında ezanın Arapça aslına çevrilmesi olayından dolayı Cumhurbaşkanı Bayar ile Başbakan Menderes arasında yaşanan krize değinmek istiyorum.
1952 yılında yaşanan hadisede Bayar'ın Arapça ezana karşı çıkması üzerine Menderes istifasını vermiş ve Ankara'yı terk ederek Mersin'e gitmişti. Ta ki Bayar, kararnameyi onayladığı haberini gönderene dek Ankara'ya gelmemişti.
Dikkat ederseniz Cumhurbaşkanı ile Başbakanlar arasında sürtüşmenin yaşanmadığı iki dönem var.
1-Darbe dönemleri.
2-AK Parti iktidarı.
Atanacak bürokratların eşlerinin başı kapalı mı diye kapıcılara sorduran Cumhurbaşkanı Sezer'le bile çatışma içine girmeden ülkeyi yönetmeyi başardılar. Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arasında dışarıya yansıyan bir kriz olmadı. Birbirlerini dengelemeyi başardılar.
Bu ülkede tüm cumhurbaşkanları ve başbakanlar sorunlu kişiler değildi elbette ki. Ülkeye kriz yaşatmak gibi bir fantezileri de yoktu. Ancak sistem öyle kurgulanmıştı ki, çatışma kaçınılmazdı. Ancak Erdoğan-Sezer ve Gül-Erdoğan ilişkisinde olduğu gibi bir dengeleme söz konusu olmadan sürdürülemezdi. Erdoğan'ın en büyük mahareti ülkeye bir cumhurbaşkanı-başbakan krizi yaşatmamak oldu.
Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti'nin 12. cumhurbaşkanı. kendisinden önceki 11. cumhurbaşkanından farkı, doğrudan halkın oylarıyla seçilmesi. Temsil gücü artmış bir cumhurbaşkanı profili ile karşı karşıyayız.
Dünyadaki örneklerine baktığımızda birbiriyle sürtüşmek üzere iki güçlü kurum ihdas etmek yerine ya güçlü başbakanlık, sembolik yetkileri haiz cumhurbaşkanlığı ya da tersi öngörülmüş. Bizde ise yetkili ama sorumsuz cumhurbaşkanlığı, yetkili ve sorumlu başbakanlık gibi bir model söz konusu.
Devlet yönetme sorumluluğunu sadece yetkiler belirlemez. Geçmişte Erdoğan-Gül bugün ise Erdoğan-Davutoğlu arasında bu sistemin büyük krizler yaşanmadan sürdürülmesinde en büyük etken, anayasa ve yasaların ötesine geçen, hukuktan kaynaklanıyor.
“Biz Sayın Erdoğan ile yeni tanışmadık. Uzun yıllardır tanışıyoruz. Bu şahsi dostluk, hayatımın en önemli dostlukları arasındadır. Herhangi bir şekilde 3. bir kişi bu şahsi ilişkiye zarar vermesine izin vermedim, vermeyeceğim. Sayın Erdoğan'ın ilk torunları Sare Hanım'ın eline doğmuştur. Kurumsal ilişkilerde sorun olsa bile şahsi ilişki farklıdır”
Cumhurbaşkanı-Başbakan ilişkilerinin kolay yürütülen ilişkiler olmadığını hepimiz biliyoruz.
Erdoğan ile Gül arasında görüş ayrılıkları yok muydu? Sorun çıkmadı mı? Önemli olan bunu yönetmekte.
Bu aşamada Başbakan Davutoğlu'nun, “
Ben Hocacı-Reisçi yok diyorum. Bütün AK Parti benim ekibim. Ben böyle bakıyorum. Ekipçilik yapmak, partiyi fraksiyonlara böler
” tavrı yerinde.
Başta Davutoğlu olmak üzere herkes Reisçi…