Merhum üstadımız Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün eserlerini gözden geçirdiğim gibi kendisiyle alakalı olarak yazılan diğer bütün kitapları da okumaya çalıştım. Sadece bu kadar mı, aşk ve vecd adamı olarak yaptığı sohbetlerden istifade etmek için de âzâmi gayreti gösterdiğim gibi “Büyük Doğu”ların da takipçisi oldum. Bugün bile kütüphanemi, her biri farklı boydaki ve ebattaki Büyük Doğu ciltleri süslemeye devam ediyor. Geçen gün bir sahafta gördüğüm yeşil ciltli bir adet Büyük Doğu’yu da satın aldım,
Merhum üstadımız Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün eserlerini gözden geçirdiğim gibi kendisiyle alakalı olarak yazılan diğer bütün kitapları da okumaya çalıştım. Sadece bu kadar mı, aşk ve vecd adamı olarak yaptığı sohbetlerden istifade etmek için de âzâmi gayreti gösterdiğim gibi “Büyük Doğu”ların da takipçisi oldum. Bugün bile kütüphanemi, her biri farklı boydaki ve ebattaki Büyük Doğu ciltleri süslemeye devam ediyor. Geçen gün bir sahafta gördüğüm yeşil ciltli bir adet Büyük Doğu’yu da satın aldım, onu da kardeşlerinin yanına yerleştirdim.
Hiç şüphe yoktur ki, Necip Fazıl büyük bir şairdir, nitekim daha hayattayken “Sultanü’ş-Şuara”, yani şairlerin sultanı ilan edilmiştir. Üstadın nazımda olduğu kadar nesirde de büyük maharet gösterdiği öteden beri biliniyor. İmanî vecdini, manevî heyecanını şiirle olduğu kadar, düz yazıyla da terennüm ettiği okuyucuları tarafından biliniyor. İstitrat kabilinden söyleyeyim, Üstad bugün hayatta olsaydı da, benim nesre “düz yazı” dediğimi görseydi muhakkak öfkelenir ve “eğri yazı var mı be adam?” diye bir güzel haşlardı. Yoksa ben zaten nesirciyim.
Üstad, asıl hassasiyeti ve âzâmi titizliği özellikle dini konuları işlerken, bilhassa Peygamber Efendimiz’den bahsederken gösteriyordu. Şimdi buna çarpıcı bir misal vermek istiyorum.
Bugünlerde yeni yayımlanan bir Necip Fazıl kitabı daha okuyorum. Vehbi Vakkasoğlu dostumuzun kaleme aldığı ve Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin neşrettiği “Gençler İçin Necip Fazıl” kitabını gözden geçiriyorum. Eserin ismi her ne kadar “Gençler İçin Necip Fazıl” ise de, muhtevası itibariyle orta yaşlıların yanı sıra, ortanın üstündekileri de ilgilendiriyor. Hatta onları, Üstad’la erken yaşta tanışmış olmaları dolayısıyla daha fazla alakalandırıyor. Mukaddimeyi daha fazla uzatmayayım ve asıl konuya gireyim:
Necip Fazıl, 1964 yılının ilkbaharında bir konferans için Kahramanmaraş’a gidiyor. O sırada İmam-Hatip Okulu öğrencisi olan Vehbi Vakkasoğlu, ilk çıktığında adı “O Ki O Yüzden Varız” olan daha sonra ise, “Çöle İnen Nur” ismiyle neşredilen kitabı imzalatmak için harekete geçiyor. Bir gün, öğretmenlerinden biri, elindeki bu kitabı görüp, “Bu ne kitabı, kim yazmış?” sorusunu yöneltiyor. Vehbi Bey, eserin kapağını gösterince öğretmeni “Necip Fazıl büyük bir şairdir ama siyer uzmanı değildir. Keşke bu mevzuya hiç girmeseymiş!” diyor. Buna rağmen kitabı öğrencisinden alıp inceliyor. Hoca, siyer dersine giren bir ilahiyatçı olduğu için -tabii ki- kendini bu konunun uzmanı kabul ediyordu ve bir edebiyatçının sahasına girmesini doğru buluyordu.
Bir hafta sonra hocası Vehbi Bey’i yanına çağırıp, “Evladım, Necip Fazıl tarihçi değil ama doğrusu etkileyici bir üslupla çok güzel yazmış. Harika bir kitap. Sonuna kadar elimden bırakamadım. Ancak mühim bir eksiği var!” diye cevap veriyor ve şöyle diyor: “Bir insan yüzlerce sayfa coşkun üslupla Efendimiz’i anlatır da, bir kere bile adını anmaz mı? Hiç Hz. M….. dememiş. Gerçi çok güzel sıfatlarla anmış ana ne olurdu en güzel adıyla da ansa, Hz. M….. dese, biz de bütün gönlümüzle salavat getirsek, daha güzel olmaz mıydı.”
Daha sonra Vehbi Bey, üstadın özel olarak yaptığı bir sohbet esnasında bu konuyu kendisine çekinerek ve sıkılarak da olsa soruyor. Siyer hocasının, keşke Üstad, o coşkun eserinde Hz. M….. ismine de yer verseydi de okuyucular bol bol salavat getirselerdi dediğini naklediyor.
Necip Fazıl, şu ürpertici cevabı veriyor:
“Evladım, hocanız doğru söylemiş ama bu doğru, Necip Fazıl için doğru değildir!”
Üstad, bu düşündürücü ve şaşırtıcı cevabı verdikten sonra kısa bir süre sessiz kalıyor ve eliyle ağzını göstererek şu flaş cümleyi söylüyor: “Evet doğrudur. Kâinatın Efendisi’nin has ismini ne kelamıma ne de kalemime alamadım. Çünkü benim bu günahkâr ağzım o pâk, o has ismi anmaya layık değildir!”
Üstadın, bu cümleyi sarf ettiği sırada gözlerinin nemlendiği görülüyor.
Bundan anlaşılıyordu ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz’i sadece bilenler değil, O’na en güzel şekilde bağlananlar, O’nu daha kâmil mânâda anlatıyordu. Buna da aşkla anlatma deniliyordu. İşte Necip Fazıl böyle bir Peygamber âşığıydı.
Şimdi bir bu hassasiyete, titizliğe ve samimiyete nazar edelim, bir de “Hz. M……din Yaşamı” diye sözde siyer kitabı yazan ilahiyat hocasının saygısızlığına bakalım. Dahası var. Adam, bununla da yetinmiyor, kapakta kendi adını o mübarek ismin üstüne yerleştirmekten çekinmiyor.
Son devir ulemasının en önemlilerinden biri olan Hasan Basri Çantay’ın Nisan 1962 tarihli “İslâm” dergisinde “Mealler- İzahlar” başlığıyla yayımladığı makalenin başlangıç bölümü bu mevzuyu -Kur’an-ı Kerim’i esas alarak- izah ettiği için aşağıya alıyorum.
Çantay Hoca şöyle diyor:
“Kur’an-ı Kerim’in 24. En - Nur Suresi’nin 63. âyetinde mealen şöyle buyurulmuştur:
“O Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın. İçinizden yekdiğerini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki, Allah biliyor. Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini (dünyada) bir fitne (ve bela) çarpmasından, yahut (ahirette) onlara pek acıklı bir azap gelip çatmasından çekinsinler.”
İnsanlığın o yüce Peygamberine adıyla hitap edilmemesi, O’na, ‘Ya Nebiyyallah, ya Resulallah’ gibi saygı ve hürmet ifaden eden kelimelerle, nâzikâne ve hafif bir sesle seslenilmesi emrediliyor.
Ashab-ı Kiram bu ilahi terbiyeye göre hareketi şiar edinmiş, O konuşurken sanki başlarına kuş konmuş da, uçup kaçmasın diye kıpırdanmayanların hâli gibi tam bir sükûnet ve tevazu ile ve can kulağıyla O’nu dinlerlerdi.
Gerek rahmetli Süleyman Çelebi’nin Mevlid manzumesine kendilerinden katmalar yaparak ‘Ya M…., ya Mustafa’ diye avaz avaz bağıran bazı mevlid okuyucuları, gerek yazılarında ve sözlerinde buna benzer mübâlâtsızlığa (saygısızlığa) alışmış olanları bu ayet-i celile ne güzel edebe davet ediyor.
Senin –hâşâ- kendi akran ve emsalinden biri imiş gibi, saygısızca hitap ettiğin O zat yok mu? Bu kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Sen kim oluyorsun ki, O’na adıyla hitap ediyorsun? O’na Allah bile ‘Ya M…..’ dememiştir.”
Şefâat yâ Resulâllâh