
“Eski İstanbul’da mimarinin saltanatına rekabet eden bir başka güzellik varsa o da ağaçlardı. Fakat buna rekabet denilebilir mi? Doğrusu istenirse, ağaç, mimarimizin ve bütün hayatımızın en lütufkâr yardımcısıdır... Mimarlarımız daima eserlerinin yanı başında birkaç çınar veya serviyi eksik etmezlerdi; gür yaprağın tezadı onların en güzel terkiplerinden biriydi. Bazıları daha ileriye gider; cami veya medrese avlusunun hendesi cenneti ortasında, çınarın servinin yetişmesi, gülün açması sarmaşığın halkalanması için yer ayırırdı... Küçük, büyük her çeşmeyi iri gövdeli bir çınar yahut da servi beklerdi... Mimarın veya hayrat sahibinin diktiği ağacın büyüdüğünü görüp görmemesinin ehemmiyeti yoktu. Dikilmiş olduğunu bilmesi yeterdi. Bilirdi ki toprağa emanet edilmiş bir ağaç, mahalleye, semte, şehre, hatta cemiyete ve bütün bir imana emanet edilmiş bir değerdir”.
Tanpınar’ın söz konusu ettiği “iman”ın ne kadar yerinde durduğuna etrafımızdaki ağaç varlığı şehadet edecektir.
Biz Topkapı’dan başlayan yolculuğumuzda “Millet Caddesi” boyunca ağaçlar gördük. Lakin bunlar boynu bükük, muzdarip ağaçlardı. “Bulvar”ın iki yanında sıraya geçmiş, hepsi askerî orta mektep çocukları gibi ense traşı olmuşlardı. Gövdeleri ile dalları arasındaki oran kaybolmuştu. İki yandaki yüksek apartmanların önünü örtmesinler diye garip bir biçimde budanarak cendereye alınmışlardı. Kimse bunlara çınar diyemezdi. O kadar terbiye edilmişlerdi ki birer top akasya hüviyetine girmişlerdi.
Ölümü “şeb-i arus” diye karşılayan, bu dünyadan öbürüne belki de hayatta iken “ölmeden önce ölünüz” fehvasınca geçmiş olan, mezarlıkla evini yan yana, kucak kucağa inşa eden insanımız servilere de şans tanıyordu. Servilerin koyu yeşil yükseltisi “uzun ince bir yol” gibi bize mezarlıklardan öteleri gösteriyordu. Mezarlıkları şehrin içinden sürüp çıkardığımız bize, uzak köşelere attığımız gibi, servilerin de kökünü kesmişiz. Ölümü hatırlatıyor diye servileri sevmeyenlerin işidir bu.
Evet, İstanbul’un ağaçları üç kişilik bir ordudur: Çınar, servi, ıhlamur. Hadi biz baharda buna erguvanı da katalım.
Dediğimiz gibi servinin nesli tükendi. Kenarda köşede kalan birkaç örnek ise üst dalları, yanı yöresi kurumuş, felçli ihtiyarlar gibi ölümü bekliyor.
Ihlamur galiba unutuldu. Artık dikilmiyor mu ne? Yoksa zor yetişir olduğunu göze alıp fırsat verilmiyor mu?
Beyazıt Camii’nin büyük cenaze merasimlerinde namaz kılınan tarafında, iki duvarının bitiştiği köşeye iyice yaklaşmış bir iri ıhlamur var. Taş duvarları yeşil pelerini ile örtmüş, onları ısıtmaya çalışan bir hâli var. Ağacı kendi keyfine bırakmışlar anlaşılan, o da duvarla uzun süren bir arkadaşlık kurmuş. Taşın yaprak ile izdivacı bu kadar güzel olabilir. Zıtlık diye bildiğimiz unsurların aslında bir bütünün parçaları olduğunu bu ıhlamura bakarak anlayabiliriz.
Benim aslında bu ağaç bahsinde söyleyeceklerim kavaka dair. Kavak. Hani şu Anadolu bozkırlarında, dere yatakları peşi sıra giden ağaç. Cinsi çoktur ya, servi, kavak en makbulü. Yine de İstanbul’a göre değil. Hele Kanada Kavağı türünden, odunluk diye yetiştirilenleri.
Bunlar çürük, iri ve çirkin yapraklı, dağınık dallı, eğri gövdeli, baharda pamukçuklarını sağa sola savurup etrafı kirleten, gövde ve dallarından yapışkan sıvılar akıtan ağaçlardır. Tek hünerleri var. Neredeyse sanayi kavağı diyeceğim. Kârlı, çabuk büyür, nesli bozuk bir ağaç.
Önüne gelen İstanbul sokaklarına bu kavaktan dikmeye başladı. Vatandaşı suçlamak yersiz. Bilen var, bilmeyen var. Ya bu işle ilgili olanlar!..

BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.