İslam düşünce tarihi kader ve özgürlük sorunuyla başlar. Zira sahabiler arasında cereyan eden Cemel ve Sıffin savaşları sadece siyasi sonuçlar doğurmamış, aynı zamanda İslam’da nazari tefekkürün bütün dönemlerini şu veya bu ölçüde etkileyecek özgür irade sorununu da doğurmuştur. Sorun en kısa haliyle şöyle özetlenebilir: Allah, mutlak bilgi, irade ve kudret sahibi olduğuna göre âlemde meydana gelen bütün oluşları biliyor, irade ediyor ve yapıyor demektir. Hal böyle iken ilahî irade ve kudret karşısında insanın kendi iradesiyle gerçekleştirdiği fiillerinde bağımsızlıktan bahsetmek ve insana bir faillik atfetmek mümkün müdür? Konuyla uzaktan veya yakından ilgili herkesin bildiği üzere erken dönem Müslüman düşünürler bu soruna üç farklı çözüm önermişlerdir.
Birincisi, insanın hiçbir şekilde kudretinin bulunmadığı ve insan iradesiyle gerçekleştirdiğini düşündüğümüz fiillerin tamamını Allah’ın irade edip yarattığı görüşüdür. İnsanın ilahi irade ve kudretin baskısı altında olduğunu savunduğu için bu görüş taraftarlarına Cebriyye denilmiştir.
İkincisi, insanın teklife konu olan iradi fiillerini kendisinin irade ettiğini ve Allah’ın verdiği kudretle gerçekleştirdiğini savunan görüştür. İnsanın iradi fiillerinin Allah tarafından irade edildiğini reddederek Allah’ın insana verdiği kudretin göreceli bir bağımsızlığa sahip olduğunu söyleyen bu görüş, Mutezile tarafından savunulmuştur. İlahi iradenin bizim fiillerimizi ezelde tercih etmesi anlamında kaderi reddettiğinden bu görüş taraftarlarına Kaderiyye adı da verilmiştir.
Üçüncüsü, Allah’ın ezelde insanın bütün fiillerini irade ettiğini savunan görüştür. Bu, Ehl-i Sünnet adı altında toplanan Eşarîlik, Mâtürîdîlik ve Selef âlimleri tarafından savunulmuştur. Bu görüşe göre insanın teklife konu olan iradi fiilleri ezelde Allah tarafından irade edilir ve Allah’ın insana o fiil esnasında verdiği kudretle meydana getirilir. İnsan iradeli fiillerinin yaratıcısı değil kesbedicisidir. Kesp kavramı, kabaca ifade edilecek olursa, insanın fiillerine varlık vermesi anlamında değil, Allah’a itaat veya isyan vasfını vermesi anlamında fâil olduğunu ifade eder. Aralarında temellendirme ve açıklama farkları olmakla birlikte Ehl-i Sünnet âlimlerinin tamamına göre Allah olmuş ve olacakları ezelde bilir, irade eder ve bu irade doğrultusunda belirlenen vakit ve şartlarda meydana getirir. Varlıkta Allah’ın iradesine aykırı herhangi bir şey gerçekleşemez. İnsanın özgür iradesiyle gerçekleştirdiğini düşündüğü fiilleri de buna dahildir.
Sözü uzatmadan maksadıma geleyim. Hakkında yüzlerce kitap yazılmış bir meseleyi bir gazete köşesinde anlatma derdinde değilim. Ehl-i Sünnetin kader anlayışıyla ilgili son yüzyılda ortaya atılan ve hâlâ bir kısım meşhur ilahiyat hocalarının da aralarında bulunduğu pek çok şahıs tarafından dile getirilen bir iddianın sorunlarına dikkat çekmek istiyorum.
İddia şu: Ehl-i Sünnetin yukarıda kabaca özetlenen kader anlayışı, Müslüman dünyayı tembelliğe, uyuşukluğa, vurdumduymazlığa ve her şeyi kadere bağlamaya sevk ederek kötürümleştirmiş, nihayet Batı karşısında neredeyse tüm alanlarda yenilmemize yol açmıştır.
Bu iddia aslında Osmanlının son döneminden bize miras kaldı. Geri kalmışlığımızın sebebini bulmaya çalışan âlim ve aydınlar, karanlıkta kaybettikleri iğneyi aydınlıkta aramaya başladılar. Üstelik aydınlık sandıkları yerin ne kadar aydınlık olduğu da epeyce tartışmaya açık. Fakat asıl sorun şu: Bu iddiayı dile getirenler, kendi dönemlerini inşa eden bilimi, felsefeyi, iktisadı, hukuku, tekniği vs. anlayıp tahlil etme zahmetine girişecek birikim ve araçtan yoksundular. Hâlâ bu iddiayı dile getirenlerin de böylesi bir birikime sahip olduğunu söylemek için hiçbir gerekçe yok. Tarihin dinamiklerinden habersiz şekilde hesabı verilmemiş iddiaları dile getirmeye devam ediyorlar.
Oysa Ehl-i Sünnetin kader anlayışı, miladî onuncu yüzyıldan itibaren Müslümanların hâkim anlayışı haline geldi. Abbâsîler, Selçuklular, Memluklüler, Bâbürlüler ve Osmanlılar bu anlayışın hâkim olduğu devletlerdi. Ehl-i Sünnetin Mâtürîdî kanadının kader anlayışını Türk devletleri katı bir şekilde devam ettirdi. Hatta Emevi fütûhâtını gerçekleştiren siyasi kadro, kaderciliğin uç noktasında bulunuyor ve cebir anlayışını savunuyordu. Abbâsîler o büyük medeni atılımı aynı kader anlayışıyla gerçekleştirdi. Malazgirt Savaşını kazanıp Anadolu’yu Türk ve İslam yurdu yapan Selçuklular ile Viyana Kapısına kadar varan ve uzunca bir dönem dünyanın en güçlü devleti olma payesini elinde bulunduran Osmanlılar aynı kader inancını paylaşıyordu. Kader inancı görkemli günlerde tembellik ve uyuşukluğa düşürmedi de Batı medeniyeti yükselince mi düşürdü! Tarihin başka dinamikleri var. Bu dinamikleri anlayıp çözümlemek yerine naif bir tavırla kadere imanı suçlamak hiçbir şey değilse bile saygıyı hak etmeyen bir kolaycılıktır. Sorunlarımızı daha fazla ciddiye almalı ve her şeyi eskinin din anlayışıyla açıklayıp yorumlama hastalığından vazgeçmeliyiz
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.