
I. Dünya Savaşı’nın öncesinde adına bugün Ortadoğu denen coğrafyanın büyük çoğunluğu Osmanlı idaresi altındaydı. Son 4 yılı I. Dünya Savaşı’na denk gelen İttihat Terakki’nin sadece 10 yıllık idaresi sonucunda bütün bu coğrafya hızla Osmanlı idaresinden çıktı ve İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından sömürgeleştirildi. Savaşın sonu Osmanlı’nın bilhassa Filistin cephesinde aldığı ağır yenilgi tarafından belirlenmiş oldu.
Bu ağır yenilgi aslında zannedildiği gibi o kadar da beklenen bir şey değildi. Savaşın son kulvarına kadar, yani mütarekenin yapıldığı 30 Ekim’den sadece 42 gün öncesine kadar bu topraklar kaybedilmiş değildi, cephelerdeki durumumuz da zannedildiği kadar kötü değildi. Hiç de kaçınılmaz olmayan yenilgi, İngiliz hücumunun gerçekleştiği 18 Eylül günü başladı ve 42 gün gibi kısa bir süre içerisinde bütün bu topraklar elden kaybedildi. Bu kaybın, bu yenilginin hâlâ ne doğru dürüst soruşturması ne tarihsel muhasebesi yapıldı. Zaten olay bittiğinde bu soruşturmayı yapacak olan hükümetin bütün kadroları değişmiş ve bu olayın gerçek müsebbipleri ne yetkili merciler önünde ne de tarih önünde bir hesap vermeden hayatlarına devam ettiler. Tabii ki sonraki düzenin önemli aktörleri olarak.
Sonradan olayı bir şekilde anlayıp başka bir sorunun ardına düşmesi istenmeyenler için Arap İhaneti hikâyesi olabildiğince abartılarak öne sürüldü. Hiç yok muydu bazı Arapların ihaneti? Olmaz mı hiç? Elbette vardı. Ama bu ihanet yenilginin gerçek sebebi miydi? Koca Osmanlı, kendisine sadık olmayan Arapların kat kat fazlası olan Osmanlı, üç-beş çapulcu Arap’ın ihanetiyle yenilip yıkılır mıydı?
Asla. O hain Araplar yenilgiye giden süreçte en fazla figüran rolü oynayabilirdi. Yenilginin asıl aktörleri bambaşkaydı. Yoksa o kadar ihanet, hatta daha fazlası Anadolu’da da olmuştur. Arap ihaneti söylemi o dönem asıl failleri gizlemek için öne sürülmüştür, ama bundan daha önemlisi İngiliz ve Fransız işgallerini, emperyalist planlarını kolaylaştırmak için çok işlevsel bir hikâye olarak işlenmiştir. Arap nefreti Türk’ü Arap coğrafyasından gönülden uzak tutmak için çok işe yarayacaktı.
Enteresan olan şey Arap nefretinin Arap coğrafyasına karşı da bir nefrete dönüşmesiydi. Oysa Türkleri bu coğrafyaya karşı soğutan İngiliz ve Fransızlar tam aksine bu topraklara büyük bir aşkla daldılar. Türkler nefret edeceklerdi ki kendileri bu toprakları rahat rahat sömüreceklerdi.
Peki Arap coğrafyasına büyük bir iştahla koşup yerleşen Batılılar, Arapları çok mu seviyordu? İngiliz ve Fransızların Araplara bakışı olabildiğince oryantalist önyargılarla, ırkçılıkla malul. Ama onların bu duyguları bu topraklara yaklaşırken onları alıkoymadığı gibi duygularıyla eylemleri arasında profesyonelce bir ayırım yapmalarını beraberinde getirdi.
Türkler Araplardan nefret ettikçe onlar Arap coğrafyasının zenginliklerine ve tabii ki Siyonist İsrail projesini hayata geçirmekte çok elverişli bir zemin bulmuş oldular. 1917 yılında ilan edilen Balfour Deklarasyonuyla Osmanlı’nın terk ettiği Filistin’de bir İsrail devletinin kurulması için dünyadan Yahudi nüfusunun buraya getirilip yerleştirilmesi süreci başlar. Bu süreç Araplarla Türkler arasında kurulan nefret mesafesinde çok daha kolay gerçekleşir.
Bu arada, malum, 20. yüzyılın başlarında petrol stratejik bir ürün haline gelmiştir. 1911’de Britanya donanması, yakıt olarak kömürden petrole geçme kararı almış, savaşın sonunda ise Sycos Picot ile paylaştırılan Osmanlı topraklarında İngilizler petrol çıkarmaya başlamıştır. Böylece Arap İhaneti söylemi emperyalizmin ideolojik söylemi olarak işlevini başarıyla yerine getirmektedir. Ve diğer ülkelerde de... Tabii bu projenin Arap ayağında okullarında okutulan “Türk işgalciliği veya emperyalizmi” hikayesi vardı…
Birbirini tamamlayan bu iki hikâye Türkiye ve Arap dünyası arasında 80 yıl boyunca doğal bir duygusal mesafe oluşturdu. Bu mesafenin her iki halka neye mal olduğunu geçtiğimiz çarşamba günü AK Parti Grup toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan dile getirdi. 2002’de iktidara geldiklerinde “Kimsenin toprağında gözümüz yok. Kimseye husumetimiz yok, gönül coğrafyamızla tekrar muhabbetle kucaklaşacağız” dediklerini anımsatan Erdoğan, “Türkiye’nin yıllar boyunca sırtını döndüğü, unutmaya ve unutturmaya çalışılan o gönül coğrafyamıza biz, tekrar bir tarihî vazife olarak yüzümüzü döndük. Biz, ‘Ülkemizin sınırları içerisinde kalacağız, o sınırları kanımızla canımızla muhafaza edeceğiz ama bizim gönül coğrafyamıza hiç kimse hudut biçemez’ dedik” ifadelerini kullandı.
Yıllar boyunca hep aynı masalın anlatıldığını, bugün de aynı masalın ısıtılıp ısıtılıp önlerine getirildiğini dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, sözlerinin can alıcı kısmına geldi: “Neymiş efendim ‘Araplar bizi sırtımızdan vurmuş’ hadi oradan. On yıllar boyunca Acem’e, Arap’a, Müslümanlara, tarihi ve coğrafyamıza, gönül coğrafyamıza, dostlarımıza, kardeşlerimize sırtlarını döndüler, sermayeyi bile renklere ayırdılar. Amerika, Avrupa, Rusya, Çin bizim gönül coğrafyamıza yatırım yaparken, oradan yatırım çekerken, içeride bir çete ‘Arap sermayesi, yeşil sermaye, irtica’ diyerek bizi sırtımızdan vurdular. Bu yalanı söyleyerek Türkiye’ye en büyük kötülüğü yaptı, en büyük zararı verdiler. Onlar devasa yolsuzluğun, pisliğin, bataklığın üzerini örtmeye çalışırken, biz pergel gibi bir ayağımız Ankara’da diğeriyle bütün dünyayı, bütün gönül coğrafyamızı karış karış dolaşıyor barışın, huzurun, adaletin mücadelesini veriyoruz.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözleri, beklenebileceği gibi Arap dünyasında yeni bir tarih manifestosu gibi algılandı ve çok büyük bir yankı buldu. Ama tabii her iki kesimin neler olup bittiğinin farkında olan kesimleri bu sözleri büyük bir sevinç ve heyecanla karşılarken, yine İngiliz-Fransız projesine hala çakılı olanlar mevcut masallarını iman tazeler gibi tekrarlamaya koştular.
Bugün iki halkın, hatta yeni süreçte Kürt halkıyla birlikte bütün yerli halkların tekrar tarih sahnesine bir ve beraber olarak girmeleri mukadder. Bu giriş bölgede 110 yıldır hâkim olan düzeni sarsıyor. Siyonizm son sınırlarına dayandı. Bölge halkları arasında oluşturulan mesafeler kapanıyor. Bu mesafeler üzerinde tepinen sömürü düzeni sarsılıyor. Ama bazılarının zihnine kazınmış olan ideolojik anlatılar bir iman ve itikat gibi hemen değişmiyor.
Marx boşuna dememiştir. Üstyapıdaki değişimler, altyapıyla aynı hızda değişmez. Gerçekler değişir ama gerçeklerle ilgili ideolojik kabuller uzun süre gerçeklerden alabildiğine kopuk olarak devam eder. Tabii onları taşıyıp ifade edenleri trajikomik, anakronik durumlara düşürerek.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.