Tarihe sadakat gösterilmezse hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır

04:0021/05/2025, Çarşamba
G: 21/05/2025, Çarşamba
Yasin Aktay

Yakın tarihin neden tarihimizin en karanlık tarafını oluşturduğunu sorduğumuz yazımıza gelen bazı yorumlar, tepkiler ve sorular konunun daha iyi açılmasını gerektiriyor. Öncelikle söyleyelim ki yakın tarihin daha karanlık olması hiç de işin tabiatından değildir. Daha yakın tarihi öğrenmekle ilgili her zaman daha fazla imkân vardır. Yani normalde öyledir, öyle olmalı. Hemen dün olmuş olaylarla ilgili bir karartmanın sıkı bir medya ve söylem yönetimiyle tesis edilmesi, edilse bile bunun başarılabilmesi

Yakın tarihin neden tarihimizin en karanlık tarafını oluşturduğunu sorduğumuz yazımıza gelen bazı yorumlar, tepkiler ve sorular konunun daha iyi açılmasını gerektiriyor. Öncelikle söyleyelim ki yakın tarihin daha karanlık olması hiç de işin tabiatından değildir.
Daha yakın tarihi öğrenmekle ilgili her zaman daha fazla imkân vardır. Yani normalde öyledir, öyle olmalı.
Hemen dün olmuş olaylarla ilgili bir karartmanın sıkı bir medya ve söylem yönetimiyle tesis edilmesi, edilse bile bunun başarılabilmesi çok nadiren gerçekleşebilen bir hadisedir. En ağır istibdat şartlarında bile olup bitenlerle ilgili halk söylentileri üzerinde bir mutlak denetim kurabilmek mümkün değildir.
Bir tarafta istibdat kendi resmi söylemini, başka söylemlerin kitlesel tedavülünü engelleyerek hâkim kılsa bile halkın kendi arasında bir tarih anlatısının dolaşımını tamamen engelleyemez. Zaten tam da bu nedenden dolayı
Tek Parti yıllarında yaşanan istibdat sahneleriyle ilgili canlı şahitler en zengin tarihyazımı kaynakları olarak ve resmi söyleme inat akmaya devam etmiştir.
Ne var ki, halkın değil, ancak ilgili bazı resmi şahsiyetlerin şahitliğiyle gerçekleşen olaylarla ilgili tarihyazımı halkın vakıf olabileceği bir alan olmamıştır. Bahsettiğimiz tarih karartması bilhassa o alanlarda cereyan etmiştir.
Mustafa Kemal ve silah arkadaşları
” diye bir klişe deyimimiz vardır mesela. Millî Mücadelenin baş aktörleri olarak zikredilen bu “
arkadaşlar
”ın tamamının kademeli olarak ama daha işin başında saf dışı bırakıldığı herkesin malumu ama kimsenin konuşmadığı bir büyük olaydır. Bunların neredeyse tamamı Cumhuriyet Halk Fırkası’na yönelttikleri eleştirilerle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuş ama bu da 1925 yılında
Takrir-i Sükûn Kanunu
'na dayanılarak, yani
Şeyh Sait İsyanı
nın oluşturduğu atmosferle ilişkilendirilerek kapatılmış böylece bütün bu “arkadaşlar” tasfiye edilmiş.
Yani sonradan oluşturulan Tek Parti yönetimine dayalı Cumhuriyetin içinde Mustafa Kemal’in dışındaki silah arkadaşlarının (
Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele
) hiçbiri yer almamış, yer alanların çoğu Milli Mücadelede hiçbir rolü olmayan, her şey olup bittikten sonra sürece katılanlar olmuştur. Bu kişilerden özellikle
Kazım Karabekir ve Rauf Orbay
gibi Milli Mücadelenin üç sacayağından ikisi, hani tam da onlar da olmasaydı olmazdı denilecek ikisi, bir de İzmir Suikastiyle zoraki olarak ilişkilendirildikleri için canlarını zor kurtardılar.
Bu “silah arkadaşları”nın tasfiyesi halk nezdinde açıklamaya muhtaç bir konuydu elbet.
Milli Mücadelenin bütün meşruiyetini ve gücünü dayandırdığı saltanat ve hilafet lağvedilmiş, 334 sandalyeli Meclis’te 158 milletvekilinin katılımıyla Cumhuriyet de ilan edilmiş, Cumhurbaşkanı da seçilmiş.
Bunların da izaha ihtiyacı vardır. Ama bütün bu olağanüstü yetkileri kullanmayı bile mümkün kılabilmiş olan gücün ortakları olan bu arkadaşların tasfiyesinin de ayrı bir izaha ihtiyacı vardır.
36 saat boyunca Mecliste irat edilmiş olan Nutuk’un aslında en önemli gündemlerinden biri tam da bu tasfiyenin izahıdır.
Ancak bu izah tek taraflı suçlamalarla, ithamlarla ve hükümlerle dolu bir izahtır.
Bütün Milli Mücadele tarihi fikrinin tek başına kendi zihninde doğmuş ve planlamasının da tek başına kendisi tarafından yapılmış olduğunu anlatan, her şeyin merkezine tek başına anlatıcısını koyan bir anlatımdır.
Sadaka niyetine başka hiç kimseye ulaşılan başarılardan veya sonuçlardan hiçbir pay ayırmayan bu anlatımın bu boyutunu Taha Parla çok iyi analiz etmiştir (
Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Atatürk’ün Nutuk’u, İletişim Yayınları).
Nutuk’ta hakkında “gaflet”, “delalet”, “bedbahtlık”, “akılsızlık” hatta “hıyanet” suçlaması yapılan isimlerin imkânı kendini savunma imkanı yoktur.
Bu imkân daha sonra da kendilerine tanınmamıştır. Çoğu ya ölmüştür ya hapistedir ya sürgünde veya
Takrir-i Sükun Kanunu
dolayısıyla susturulmuş basın dolayısıyla cevap verebilecek imkandan tamamen mahrumdur.
Kazım Karabekir
bile hakkındaki suçlamalara 5 yıl sonra cevap vermeye teşebbüs etmiş ama bu teşebbüsünden dolayı başına gelmeyen kalmamış ve kitabı matbaadan alınıp yakılmış, muhtemelen mevcut nüshaların peşine, baskınlarla, hafiyelerle düşülmüş ve
Nutuk
’taki sözün üstüne söz söyleyebilecek herhangi bir sözün sadır olma ihtimali daha doğmadan katledilmiştir.
Milli Mücadele tarihinin en önemli kişisi olarak Mustafa Kemal’in Nutuk’u elbette bir tarihyazımı için çok önemli ve değerli bir kaynak.
Ama ne kadar önemli olursa olsun, bu kaynak kendisinin dışındaki başka anlatımların önünü keserek konuşuyorsa orada bir sorun olduğunu kim görmezden gelebilir?
Kazım Karabekir
veya başkalarının bu tarihyazımına itiraz etmelerinden neden çekinilmiştir?
Kazım Karabekir
gibi başka kimlerin konuşması engellenmiştir? Zaten birinin başına gelenlerden diğerlerinin de ders almış olduklarını tahmin etmek zor değildir.
Mustafa Kemal’i Samsun’a görevlendirerek gönderen Sultan Vahdettin’in fahri yaverine neler söylediğini biz kendisinden hiçbir zaman duyup öğrenmedik.
Bu konudaki rivayetleri bile sadece Mustafa Kemal’in anlattıklarıyla biliyoruz.
Sağlıklı bir tarihyazımı için bu rivayet tekeli yeterince büyük bir karartma değil midir?
Üstelik bu soruyu sormanın kendisinin bile hemen bir suçlamaya maruz kalabildiği bir ortamda?
Yazımıza gelen tepkilerden bir kısmı Atatürk’ün batılılaşmaya karşı olduğunu söylüyor ki, ciddiye alınacak bir tarafı yok.
Bütün hayatı boyunca ülkeyi batılılaşmayı kendine dava etmiş bir lideri sırf Batının emperyalizmine iliştirmemek için Batı-karşıtı olarak nitelemek yeni bir Atatürk icat etmek anlamına geliyor.
Giyim kuşamıyla, alfabesiyle, hatta tarihiyle, kimliğiyle, ırkıyla ülkeyi batılılaştırmaya çalışmış olan Atatürk’ü batı-karşıtı olarak nitelemek gerçekleri aşırı zorlayan absürt bir icat.
“Hatta ırkıyla da” diyoruz ya!
Atatürk’ün öncülüğünü yaptığı Türk Tarih tezinin içinde bile Batıcılık o kadar içkindir ki, aryan ırkının kökeninin Türk ırkı olduğu söylenmiştir. Kendini Orta Asya’daki gerçek Türklerden, onlardan utandığı için, ayrıştırmak üzere uydurduğu bu tezi
Afet İnan bile o kadar ciddiye almıştır ki, kızına Âri ismini vermiştir.
Burada
Nutuk
’un tarih için bir kaynak oluşturmayacağını söylemiyoruz halbuki. Söylediğimiz şey, başkalarına dair türlü iddialarla, ithamlarla, suçlamalarla dolu olan
Nutuk
’un tek başına bir kaynak oluşturamayacağı, kendisine cevap hakkı doğurmuş insanların ise konuşmasının tam da zamanında, yerinde konuşmalarının engellenmiş olması.
Bu bilginin kendisi Nutuk okurken göz önünde bulundurulması gereken bir gerçek
. Aksi takdirde tek taraflı bir iddianame okunmuş olur ki, tarihe sadakate karşı büyük bir ihlalde bulunulmuş olur. Haddi zatında
Mustafa Kemal
’in kendisinin “
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır
” demiş olduğunu da unutmayalım.
Nutuk’la ilgili son zamanlarda yine Beyan Yayınları’nın
Tarihin Gerçek Yüzü
serisinden
Prof. Dr. Bekir Biçer
’in “
Nutuk: Gerçek mi Kurgu mu?”
başlıklı kitabını da tavsiye edebilirim.
#tarih
#hakikan
#insanlık
#Yasin Aktay