
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, insanı erdem-değer-eylem çizgisinde ele alırken “iyi insan”ı, “iyi aile”den ve “iyi toplum”dan bağımsız düşünmeyen bir bakış açısına dayanıyor. Çocuklarımızın ekranın gölgesinde değil, ailelerinin şefkatinde, öğretmenlerinin rehberliğinde ve şehirlerimizin vicdanını taşıyan sosyal dokunun içinde büyümesi için hepimize görev düşüyor.
Eğitim ve aile, diyalektik ve bütüncül rolleri ile bireyin kimlik inşasında merkezi yer tutan iki temel kurumdur. Bireyin sosyalleşme süreci de bu iki kurum arasında cereyan eden çok yönlü ve iç içe geçmiş etkileşimden beslenerek şekillenir. Kişinin geleneksel değerler, ahlaki normlar ve kültürel aidiyet unsurlarından oluşan öznel kimliği aile kurumu içinde ve çoğunlukla dolayımsız bir şekilde neşet ederken; evrensel düşünce, bilimsel bilgi ve eleştirel akıl gibi niteliklerden oluşan nesnel kimliği eğitim kurumu içinde-dolayımında biçimlenir.
Aile ile eğitim kurumları arasındaki bu diyalektik ilişki bireyin kimlik edinme-oluşturma sürecini ana hatlarıyla karakterize eder. Bu nedenle, eğitim alanına ilişkin bir tartışmayı aileden, aileye yönelik bir tartışmayı da eğitimden soyutlayarak ele almak mümkün değildir. Söz konusu gerçeklikten hareketle ve ona uygun düşecek şekilde kaleme aldığımız bu yazının konusunu her iki kurum arasındaki çok yönlü ve karmaşık ilişkiselliğin eğitim sistemimiz bağlamında geçirdiği dönüşüm oluşturmaktadır.
İLK MEKÂN İLK MEKTEP
Aile, insanın “kök ve yer duygusu”nun oluştuğu ilk mekân ve öğrenme ihtiyacının giderildiği ilk mektep olmanın yanı sıra bu topraklardaki en güçlü dayanışma halkalarından biri olarak varlık göstermiştir. Geniş aile yapısı, aynı avluda ya da aynı mahallede bir arada yaşayan kuşaklar, ortak sofralar, bayram buluşmaları, çocukların hem anne babadan hem dede-nineden hem de mahalle büyüklerinden gördüğü ilgi ve terbiye… Bütün bunlar, kişinin benlik ve aidiyet duygusunun yanı sıra ahlaki ve duygusal sermayesini kolektif şekilde üreten ve aktaran birincil zemin olarak işlev görmüştür.
Modernleşme ve kentleşme süreçleriyle birlikte geleneksel aile yapısı da köklü şekilde değişmiştir. Köyden kente göç, apartman hayatı, iş ve eğitim sebebiyle şehir değiştiren genç kuşaklar ve muhtelif siyasal, toplumsal, ekonomik faktörün etkisiyle aile yapıları anne, baba ve çocuklardan oluşan ve birliktelik bağlarının daha zayıf olduğu çekirdek bir modele doğru evrilmiştir. Fakat aile küçüldükçe, her bir hanenin taşıdığı anlam ve yük de eş zamanlı olarak büyümüştür. Nitekim yakın zamanlara dek birkaç kuşağın kolektif şekilde ve anonim olarak paylaştığı dayanışma ve rehberlik bağları, bugün daralan mekânda daha yoğun bir dikkat, emek ve sorumluluk gerektiren bir uğraşa dönüşmüştür.
Modernleşme-küreselleşme ve hatta dijitalleşme sürecinin kaçınılmaz bir sonucu olan bu dönüşüm, doğal olarak çocuğun gelişim evrelerinin de farklı bir seyir içinde şekillenmesine zemin hazırlamıştır. Ebeveynlerin olduğu kadar, bilim insanlarının ve karar alıcıların da yeni yaklaşım ve perspektif geliştirmelerini zorunlu kılan bu zemin, çocuğun bireysel kimliğini oluşturma sürecine etki eden faktörleri doğru şekilde analiz etmeyi şart koşmaktadır.
Zira çocukluk dönemi, ritim duygusunun, aidiyetin ve karakterin yavaş yavaş olgunlaştığı bir evredir. Günlük hayatın içinde tekrar eden küçük pratikler -her sabah aynı sofrada buluşmak, birlikte eğlenmek ve dertleşmek, birlikte ibadet etmek, evin yükünü paylaşan küçük görevler üstlenmek- çocuğun iç dünyasında ailenin ferdi olduğu hissini besler. Bu pratikler zayıfladığında, çocuk için zaman parçalanmış, mekân dağınık, ilişkiler geçici hâle gelir. Aile içindeki temas, ortak çaba, pratik ve iletişimin azalması, geride çoğu zaman adı konulamayan bir boşluk, köksüzlük ve değersizlik duygusu bırakır. Bu boşluğun, tek başına okulla doldurulabileceğini düşünmek, hem aile ve eğitim kurumlarının özgün dinamiklerine hem de her iki kurum arasındaki ilişkinin diyalektik ve bütüncül doğasına aykırı olur.
TAMAMLAYICI İLİŞKİ
Bu nedenle aile ile okul arasındaki ilişkiyi, aynı yetişme sürecinin farklı ama tamamlayıcı yüzleri olarak konumlandırmak gerekir. Çocuk hayata ailede başlıyor; sevgiyi, güveni, mahremiyetin sınırlarını ve ilk değer yargılarını orada tanır. Okulla birlikte ise farklı ailelerden gelen akranlarla, kurumsal normlarla, toplumun daha geniş yüzüyle karşılaşır. Aile, karakterin ilk çizgilerini belirleyen mekânı; okul ise bu çizgilerin bilgiyle, beceriyle ve toplumsal sorumlulukla derinleştiği ikinci halkayı oluşturur. Bu iki alan arasında anlamlı bir uyum sağlanamadığında çocuk, sanki iki ayrı dünyada iki ayrı kimlik taşımak zorunda kalır. Evde başka bir dil ve değerler bütünü ile muhatap olurken, okulda onunla çelişen bir başka söylem ve üsluba maruz kalır.
Bu ikircikli ilişki ağı çocuğun gelişim sürecini olumsuz yönde etkilemekle kalmaz, aynı zamanda okuldan ve öğretmenden beklenen rolü de gerçekçi olmayan biçimde genişletir. Aileden beklenen toplumsal roller icra edilmediğinde, değer dünyası, temel davranış kalıpları konusunda boşluklar oluştuğunda, çözüm adresi olarak çoğu zaman öğretmen gösterilir. Çocuğun gün boyu evde maruz kaldığı dil ve sergilenen tutumlar, aile içi gerilim veya ihmal görmezden gelinip bütün yük sınıfın kapısından içeri giren öğretmenin omzuna bırakılır. Oysa öğretmenin rehberlik ve yönlendirme rolü ne kadar kıymetli olursa olsun, aile içindeki aksaklıkların tamamını telafi ya da ikame edebilecek ikinci bir “ilk mekân” olamaz.
MAARİF MODELİ’NDE AİLE
İşte bu farkındalıkla hazırlanan Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli aile-okul bütünlüğünü esas alan bir yaklaşımı benimsiyor. Modelimiz, insanı erdem-değer-eylem çizgisinde ele alırken “iyi insan”ı, “iyi aile”den ve “iyi toplum”dan bağımsız düşünmeyen bir bakış açısına dayanıyor. Çocuğun karakter gelişimini evde, okulda ve içinde büyüdüğü sosyal çevrede sergilediği tutumların tutarlılığı üzerinden okumaya çalışıyor.
Aileyi böylece eğitim sürecinin asli aktörlerinden biri olarak konumlandıran maarif modelimiz, Bakanlığımızın bu yöndeki çalışmalarına da referans teşkil ediyor. Velilerimizin dijital dünyadaki risk ve fırsatları daha doğru yorumlayabilmesi için hazırladığımız rehberler, aile içi iletişimi ve ortak zamanı güçlendirmeye dönük “Aile Okulu” programları, televizyon ve dijital içerik üretiminde aileyi ve değer dünyasını merkeze alan projeler, bu yaklaşımın somut örnekleri arasında sayılabilir. Böylece aileyi “çocuğu okula gönderen” konumundan çıkarıp eğitim sürecinin her aşamasında söz ve sorumluluk sahibi olan bilinçli ve desteklenen bir aktöre dönüştürmeyi hedefliyoruz.
Okul tarafında ise öğretmenlerimizin velilerle kurdukları ilişkinin niteliğine özel önem veriyoruz. Öğretmenin sınıfta öğrencilerle kurduğu pedagojik ilişkinin aileyle kurulan iletişimden bağımsız düşünülemeyeceği inancıyla velilerle güçlü bir iş birliği geliştirmeye çalışıyoruz. Rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerini aileyi de içine alan bir çerçevede yeniden düşünmek ve okul kültürünü “sadece öğrencinin değil, ailenin de kendini ait hissettiği bir mekân” hâline getirmek için adımlar atıyoruz. Çünkü biliyoruz ki aile-okul hattının güçlendiği yerde, çocuk hem duygusal hem akademik anlamda daha sağlıklı bir gelişim seyri izliyor.
Toplum ise aile-okul arasındaki bu çok yönlü ilişkiselliğin kesişim alanını oluşturuyor. Ait olunan ve/veya dahil olunan toplumsal gerçeklik ve buna dayalı olarak gelişen temsil biçimleri çocuğun “normal ve değerli olan nedir?” sorusuna verdiği cevabı şekillendiriyor. Aileyi sürekli çatışma, şiddet, sadakatsizlik ve bencillik üzerinden anlatan diziler; aile içi sorunları teşhir nesnesine dönüştüren yayınlar; dijital mecralarda ifşa ve ihlal edilen özel hayatlar, eğitim sistemimiz açısından olduğu kadar ülkemizin bekası bakımından da ciddi bir tehdit ve tehlike potansiyeli barındırıyor.
BİRBİRİNİ TAMAMLAYAN HALKALAR
Maarif modelimiz, bu zararlı potansiyelin oluşmasına yol açan sebepleri ortadan kaldırmak ve muhtemel sonuçlarından korunmak amacıyla aileyi ve toplumsal iklimi kapsayan geniş bir sorumluluk çerçevesi sunuyor. Netice itibarıyla aile-okul-toplum üçgenini sağlam tutmadan eğitimde paradigma değişiminden söz etmek mümkün değildir. Çocuklarımızın ekranın gölgesinde değil, ailelerinin şefkatinde, öğretmenlerinin rehberliğinde ve şehirlerimizin vicdanını taşıyan sosyal dokunun içinde büyümesi için hepimize görev düşüyor. Devlet, politika üreten ve destek veren taraf; okul, bilgiyle birlikte şahsiyet gelişimine yön veren merkez; aile ise bu sürecin hem başlangıç noktası hem de vazgeçilmez ortağıdır.
Aile-okul-toplum üçgenini, birbirinin yerine ikame edilen değil, birbirini tamamlayan halkalar olarak görmek zorundayız. Devletin ürettiği politikanın, öğretmenin sınıftaki emeğinin ve ailenin gündelik hayat içindeki hassasiyetinin aynı istikamette buluştuğu yerde, yönünü kaybetmeyen, kökünü unutmayan, dünyayı okurken kendi değerlerini koruyabilen bir nesil yetiştirmek mümkündür. Bugün eğitimde yürüttüğümüz bütün çabaların hedefi de tam olarak budur.









