
İnsanı çürümüşlüğün içinde bırakan ekran, devasa bir ağın parçasıdır. Ekranda kaldıkça insan o ağın içinde yaşayan bir parazite dönüşür. Hal Niedzviecki “Acaba biz, bu ağın üzerindeki örümcek miyiz, yoksa ağa yakalanmış sinekten başka bir şey değil miyiz?” diye sorar. Jean Baudrillard ise sanki bu soruyu yanıtlar gibi şöyle söyler: “Ben, kendisinden başka bir şeye benzemeyen, belli bir merkez evresinde değil, gelişigüzel bir şekilde dört bir yana doğru genişleyip giden ağın kendisiyim.”
Ankara’da bir reklam firmasının Kızılay Meydanı'nda her yere astığı reklam panolarında şu yazıyordu: “Buraya bakarlar.”
Reklam firması, kocaman bir göz fotoğrafının üzerine “Buraya bakarlar” yazarak insanın teşhire, başkasını dikizleme, izleme ve röntgenlemeye olan merakını reklam diline taşımış, dikkat çekmişti. Bu reklam sloganının alt metninde, insan nasıl birilerini izliyorsa insanı da izleyen birilerinin olduğu gerçeği saklıydı. Sloganın tam manasıyla ima ettiği şey, 1984 romanıyla ünlenen “Big Brother” kavramının ta kendisiydi.
Samuel Bentham ve Jeremy Bentham’ın ortaya attığı panoptikon kavramı da bir hapishane ve gözetim modelidir. Panoptikon olarak kavramsallaştırılan hapishane modeli, çeşitli suretlere bürünerek her açıdan toplumu kontrol eden bir mekanizmadır.
Teknolojilerle birlikte panoptikona ek olarak sinoptikon, omniptikon, süperpanoptikon gibi gözetim ve hapishane modelleri geliştirilmiştir. Panoptikonda görünmeden gözetmek esastır ve azınlık çoğunluğu izler. Devletlerin dijitalleşmesi, dijital mecraların çeşitlenmesi ve dijital dönüşümlerin yaşanması sonucunda ortaya çıkan sinoptikonda ise çoğunluk azınlığı izler. Buna göre medya izleyicileri ve sosyal medya kullanıcıları çoğunluk, medyada haber olan kişiler de azınlık konumundadır. Omniptikon ise özgürlük sanrısına yol açan en tehlikeli gözetim modelidir. Çünkü bu modelde herkes, izlemeye de izlenmeye de kendi rızasıyla dahil olur ve bundan haz duyar. Omniptikon eğlence ve haz odaklı bir gözetim modeli olduğu, karşılıklı etkileşime dayandığı için bireylerin özgürlük yanılmasına kapılması kaçınılmazdır. Sosyal medya kullanan herkes omniptikonun parçasıdır. Sadece etkileşim almak, görünür olmak ve sosyal mecralarda dikkat çekmek için içerik üretenler değil, hiçbir paylaşım yapmasa bile orada olan her kullanıcı hem izleyen hem de izlenilendir.
ELEKTRONİK GÖZLER ÜZERİMİZDE
Süperpanoptikon kavramıysa buraya kadar söz konusu olan bütün modelleri kuşatır. Panoptikon azınlığın çoğunluğu, sinoptikon çoğunluğun azınlığı, omniptikon da herkesin herkesi izlediği bir gözetim modeliyken süperpanoptikon bu izleme modellerini aynı anda devreye ve işleme koyar. Süperpanoptikonda suç oranlarını azaltma, toplumsal huzur ve güvenliği sağlama, terörle mücadele gibi bireyi ve toplumu koruyucu hedefler de söz konusudur. Süperpanoptikon, toplumu yönlendirmek için de kullanılır. Topluma empoze edilmek istenen bir durum varsa medyada ondan sıkça bahsedilerek bireylerin o fikre aşina olması sağlanır. Yahut şiddet içerikleri, sürekli gündemde tutularak toplumu korku ve karanlığa sevk etmek için kullanılır. Süperpanoptikon, toplumun her konuda nabzını kontrol altında tutmak ya da toplumu istenilen yöne iletmek için kullanılan bir sistemdir. Dijitalleşen dünyada herkes, elektronik gözlerin takibindedir. Nihai olarak bütün gözetim modellerinin ortak adı panoptikondur.
KAPALI DEVRE HAYATLAR
Gözetim, insanları mekanikleştirir. Işıksız, ateşsiz, ziyasını, merhamet ve vicdanını yitirmiş coşkusuz bir kalp ne hissettiğini, neyi nasıl söylemesi gerektiğini bilemez. Nasıl yardım edilir, nasıl bağ kurulur, nasıl sevilir, sayılır, sohbet edilir, davranılır ve ilişkiler geliştirilir, bilemez. Fanusta büyüyen, hiçbir hayat görgüsü görmeyen bir çocuk akranlarıyla bir araya geldiğinde nasıl oynayacağını bilemezse, mekanikleşen insan da başkasının dünyasına nasıl eğileceğini bilemez. Mekanik insan, kendi yörüngesinde dönüp durur, her durum ve vakayı kendi merkezine göre değerlendirir. Kendisini başka yollara sevk edecek, farklı ufuklar açacak yönleri, işaretleri göremez. Dahası görmek de istemez. Mekanik insanın en büyük sorunu, kendi kısır dünyasının içinde dönenip durması, başka dünyalardan bîhaber olmasıdır. Kapalı devre bir hayattır onunkisi, doğurmayan, üretmeyen, kendine özgü bir dili, muhayyilesi ve tasavvuru olmayan, kaba ve ölü bir hayat. İnsanı kendilik/benlik zindanına mahkum eden, aile kurmayı ve insani ilişkileri geliştirmeyi zorlaştıran bir hayat. Aşırı bireyleşmenin getirdiği nihayetinde özgürlük ve mutluk değil, anlamsızlık girdabı ve varoluşsal boşluktur.
GENÇ KUŞAK İSTİLA ALTINDA
Victor Frankl anlamsızlık hissini varoluşsal boşluk açısından tanımlar. Dijitalleşmeyle birlikte varoluşsal boşluğun ve anlamsızlık hissinin arttığı da aşikardır. Bulaşıcı hastalıklar gibi varoluşsal krizler de yayılmacı bir şekilde özellikle de genç kuşağı istila etmektedir. Narsistik bir hayat tarzının kültür hâline geldiği toplumlarda varoluşsal boşluk ve krizlerin yayılması kaçınılmazdır. İnsan, hayvanlar gibi ne yapması gerektiğine içgüdüleriyle karar veremez. İnsanı manevi ve ruhsal anlamda ayakta ve dengede tutan ağırlıkların, sorumlulukların, ödevlerin olması gerekir. Varoluşsal boşluk sorumluluk duygusu hissetmeyen, başkasının varlığına saygı duymayan, kendi sınırları dışında başkalarının sınırlarına dikkat etmeyen, saygıyı sadece kendisi için isteyen ama başkalarının saygıya değer olduğunu düşünmeyen nevrotik bir insan tipi var eder. Frankl, varoluşsal boşluğun bir diğer etkeninin nevrotiklik olduğu tespitini yapar. Ancak bunu klinik manada bir nevroz olarak değil, sosyojen yani toplumsal kökenli bir nevroz olarak tanımlar. İnsan, toplumdan bağımsız olmadığı gibi topluma da ayak uydurmak, kendi değer yargılarını dışlayan bir topluma uyum sağlamak zorunda değildir. Fakat birey ve toplum arasındaki uçurum ne kadar az olur ve bir toplumun bireyleri ne kadar çoğulcu olursa, farklı kesimleri ve kültürleri bir mozaiğin parçası olarak görürse birey de toplum da o kadar huzurlu olur. Kendine kapanmış, kendi inancından başkasını dışlayan ve yok sayan bir bakış açısı en önce insanın kendini anlamsızlığa sürükler. İnsan, kendi içindeki cevheri bulmak için de kendine dışarıdan bir gözle bakmak için de kendisi dışındaki dünyaya muhtaçtır. Özgürleşmek aşırı bireyleşmenin getirdiği kısır bir yalnızlıktan değil, kendinden başka bir şeyle bağdaşmak, onunla bağ kurmak ve bir yola yönelmekten doğar. Kendini gerçekleştirebilen insanlar anlamlı bir şeye bağlanabilmiş, insana ve hayata dair indirgemeci yaklaşımlardan uzak durabilmiş, aşkın ve yüce bir varlığın hayatın her alanını doldurduğunu fark edebilmiş kişilerdir.
DİJİTAL SÜRÜNÜN PEŞİNDEN
Görüntü çağının insanı, kendine de başkalarına da bütüncül bir bakışla bakamaz. Bakışı parçalanmıştır. Görünenin arka yüzünü merak etmez, sorgulamaz, dijital sürü nereye koşuyorsa oraya yönelir. Ekran artık insanın tüm vakitlerini, vakitleriyle birlikte duygu ve düşüncelerini ele geçirmiştir. Jacques Ellul “İnsanoğlu bugün hayatın özünden ayrılmıştır. Zamanı yaşamak yerine, zaman tarafından bölünmüş, parçalanmıştır” der. İnsanı parçalayan zaman değil, tekniktir, ekrandır. İnsan, ekranla sonu gelmez bir bakma hastalığına yakalanmıştır. Baktığı şey, insanın Tanrısı gibidir. Baktığına tapınan, hayatı ve insanlığı yalnız baktığı şeyden ibaret sanan sayrılı zihniyet, baktığı dışında hiçbir şeyin doğru, gerçek ve hakikat olabileceğine asla ihtimal vermez. Hakikati kendi yolundan, kendi gördüğünden ibaret sanır. Bakışı parçalanmış olanın, dili ve düşünceleri de hezeyanlarla doludur. Terbiye edicisi, haber kaynağı, bilgi vericisi, insana ve topluma dair bilgi sağlayıcısı sadece ekran olanlar, popülist söylem ve kültür onları nereye çekerse oraya dahil olur. Dijitalin bakış körlüğüne hapsettiği insanlar, dijital sınıfın yerlileridir. Ekran onlara daima oyalayıcı şeyler sunar. Düşünmelerine, doğrusunu araştırmalarına, meselenin derinine ulaşabilmelerine, düşünce berraklığına ulaşmalarına imkan tanımaz.
ŞEYLEŞMİŞ İNSAN
Dijital dünya insanları şeyleştirir. Doğal olana yabancılaştırır. Şeyleşme kavramı, insanın tabii olanı yadırgaması, değerleri nesneleştirmesi, metafizik olanın metalaşmasıdır. Timothy Bewes “Şeyleşmiş bir toplum, anlamın yok olduğu ya da anlamlı sözlerin olanaksızlaştığı toplumdur” der. Elektronik gözlerin hayatı tahakküm altına aldığı, insana hayat yaşayan bir varlık olarak değil, biyolojik bir canlıdan ibaret olarak bakıldığı meta toplumunda insanın gurbeti, içinde yaşadığı dünyanın dışına sürülmektir. Temaşa edilen herhangi bir yer insanın evi, mekânı ya da ait olduğu bir yer olabilirken ekran insanı yurtsuz ve köksüz kılar. Dijital dünyanın insanı her şeyi görür, kilometrelerce uzaklıklara kadar varır gözü ancak onun gözleri terbiyeden, öze dönüşten, murakabeden, insanî bakıştan, derin düşünceden yoksundur.
Mobil gözler, sürekli ekranda hareket hâlindedir. Meta dünyasında mutluluk, keder, evlilik, dostluk, arkadaşlık, dayanışma, saygı, merhamet gibi değerler yerine yalnız menfaate, çıkar ilişkilerine ve kısa vadeli kazanımlara yer vardır. Dijital dünya, her yönüyle eğlence endüstrisine hizmet eder. Sürekli olarak haz odaklı görüntü ve etkileşimlere maruz kalmak, insanın benmerkezciliğini artırır. Dijitalde savaş görüntüleri dahi eğlence sektörünün kullanışlı bir aparatıdır. Savaş görüntülerinin ve parçalanmış bedenlerin ekran aracılığıyla insanlığa servis edilmesi, acıları durdurmak ve duyurmak için değil, zulmün karşında olan vicdanlı insanları sindirmek içindir.
SEYİRCİ BENLİKLER ARASINDA
İnsan ölümün, acı, keder ve gözyaşının, zulmün ve katliamın estetize edildiği film sahnelerinde büyülenir ve etkilenir. Aynı insan, gözü önündeki gerçek zulümlere dönüp bakmaz, onların üzerinde durmak istemez, hayatına odaklanmayı tercih eder. Kevin Robins, ekran karşısında şiddet ve ölüm görüntülerinden haz duyan insana şu soruyu sorar: “Katliam ve ıstırap görüntülerinden çabucak sıkılmak ne demektir? Sonra da korkutulma gereksinimini tatmin etmek için korku filmlerine gitmek ne anlama gelmektedir?” Yani gerçek hayattaki ölüm, kan ve dehşet görüntüleri ekrana yansıtıldığında ondan çabucak sıkılırken haz duymak ve korku hissini tatmak için insan neden film izlemeyi tercih eder? Kevin Robins, insanın yaşadığı bu durumu oyuncu benlik ve seyirci benlik kavramlarıyla açıklar. Alberto Melucci’ye göre oyuncu benlik kavramı, kişinin sezgileri ve özneliğiyle algıladığı şeyleri ifade ettiği kadar kişinin tecrübelerine ve yaşantıları sonucu edindiği bilgi, kültür ve yaşama biçimini de ifade eder.
Oyuncu benlik, kişinin öznel dünyası ve tecrübeleriyle edindiği şeyler arasındaki etkileşimdir. Bu bakış açısına göre insanın kimliği durağan bir oluşum değil, dinamik bir oluşumdur. Yani kimlik denilen şey, insanın kendi özneliğinden ibaret değil, bir ilişkiler ve yaşantılar örüntüsü içinde benliğinin nasıl oluştuğu ve şekillendiğidir. Oyuncu benlik buradadır, yaşar, utanır, hisseder, tecrübe eder, badireler atlatır, tartışır, iştirak ve isyan eder, harekete geçer ve müzakerede bulunur. Ekran karşısında pasifize olan benlikler ise seyirci benliktir. Seyirci benlik harekete geçmez geçer gibi yapar, hissetmez hisseder gibi yapar, sorumluluktan kaçınır, birkaç görüntü izlemek ya da birkaç paylaşım yapmakla sorumluluğunu yerine getirdiğine inanır. Gerçek acılardan kaçan insan, seyirci benliğiyle “görsel bir duygulanımdan ötekine gezintiye çıkmış bir röntgenci gibi rastgele gezinip durur.” Ekran, insanı böylesine bir duygu karmaşında bırakarak gerçek acılar karşısında insanın aksiyon almasına, harekete geçmesine izin vermez, onun ruhunu uyuşturur. Ekran her ne kadar gerçek olanı bütün sertliğiyle gösterse de insanı gerçek dünyadan ve gerçek sorunlardan koparır. Ekran, insanın harekete geçme duygusunu geliştirmez, harekete geçmek isteyen bütün yanlarını aşındırır ve onu sindirir. Oyuncu benlik ne kadar olan bitene müdahilse seyirci benlik de “ahlaki olarak hiçbir yere bağlı değildir, şiddet imajları okyanusunda başıboş yüzmektedir.”
ÖRÜMCEK AĞINA DÖNÜŞMEK
İnsanı ahlâken bozan, onu çürümüşlüğün içinde bırakan ekran, devasa bir ağın parçasıdır. Ekranda kaldıkça insan o ağın içinde yaşayan bir parazite dönüşür. Hal Niedzviecki “Acaba biz, bu ağın üzerindeki örümcek miyiz, yoksa ağa yakalanmış sinekten başka bir şey değil miyiz?” diye sorar. Jean Baudrillard ise sanki bu soruyu yanıtlar gibi şöyle söyler: “Ben artık ne örümcek ağına düşen bir sinek ne ağını ören bir örümceğim. Ben, kendisinden başka bir şeye benzemeyen, belli bir merkez evresinde değil, gelişigüzel bir şekilde dört bir yana doğru genişleyip giden ağın kendisiyim.” Baudrillard bu cümleleriyle ağın, insanı nasıl esir aldığını anlatır. İnsanın artık durduğu, baktığı, sabitkadem olduğu bir yer yok. İnsan bizzat ağın kendisi hâline gelerek bilinç, idrak ve derinlikten hızla uzaklaşmakta ve savrulmaktadır.