Hollanda seçimleri bize ne söylüyor?

04:0020/11/2025, Perşembe
G: 20/11/2025, Perşembe
Yeni Şafak
Fotoğraf: Arşiv
Fotoğraf: Arşiv

Hilal Çıbık - Doktorant, Exeter Üniversitesi

Hollanda’da Kasım 2023’te gerçekleştirilen genel seçimlerde 37 milletvekili kazanarak en büyük parti olan Geert Wilders önderliğindeki aşırı sağcı PVV, Temmuz 2024'te Dilan Yeşilgöz liderliğindeki VVD, aşırı sağcı Çiftçi Vatandaş Hareketi Partisi (BBB) ve merkez sağ Yeni Sosyal Sözleşme Partisi (NSC) ile Hollanda tarihinin en sağcı koalisyon hükümetini kurdu. Wilders siyasi kariyeri ve kampanya sürecindeki aşırı söylemlerini seçimlerden sonra da devam ettirdi. Wilders’in “hukukun üstünlüğüne karşı söylemleri” endişesi nedeniyle koalisyon ortakları, parti liderlerinin hükümete katılmaması kararı aldı. Eski Hollanda İstihbarat Servisi (AIVD) Başkanı Dick Schoof öncülüğünde kurulan hükümetin ömrü 11 ay sürdü.


WILDERS BİR YILI TAMAMLAYAMADI

Partisinin gündeme getirdiği katı göç düzenlemelerine koalisyon içinden gelen itirazlar üzerine Wilders, haziran ayında hükümetten çekilme kararı aldı. Sağlık, konut ve ekonomi gibi önemli krizlerin başlıca sebebi olarak göç sorununa işaret eden ve radikal söylemleri ile özellikle Müslüman göçmenleri hedef alan Wilders, 29 Ekim’de yapılan seçimlerde 11 sandalye kaybederek büyük bir gerileme yaşadı. 11 ay devam eden ve hüsranla sonuçlanan bu koalisyonun başarısızlığı Hollanda ve Avrupa’nın aşırı sağdan ne beklediği ve ne bulamadığı sorusunu akıllara getirdi.

Avrupa siyasetinde aşırı sağın yükselişi, artık geçici bir tepki dalgası olmaktan ziyade, liberal demokrasilerin dönüşüm kapasitesini sınayan kalıcı bir olgu haline geldi. 2008 ekonomik krizinden bu yana artan toplumsal eşitsizlikler, göç dalgası ve kültürel farklılaşma, birçok seçmeni geleneksel partilerden uzaklaştırdı ve “radikal çözümler” vaat eden hareketlere yönlendirdi. Bu eğilimin ardında yalnızca ekonomik hoşnutsuzluklar değil, aynı zamanda temsil krizinden doğan “güvenlik” ve “kimlik” arayışı da bulunuyor. Liberal demokrasiler bu arayışlara cevap vermekte zorlanırken halkın bir kesimi tarafından alternatif aşırı sağcı partilerin bu krize cevap olacağı düşünülüyor. Çünkü liberal demokrasilerin aksine, sağ ve yakın olduğu ulus devlet anlayışı tarih boyunca güvenlik ve kimlik gibi olguları sahiplenen ideoloji oldu.


SEÇMENİN EN BÜYÜK SORUNU: GÖÇ POLİTİKALARI

Küreselleşmenin yarattığı ekonomik belirsizlik, sağlık sistemlerinin özellikle Covid-19 sonrası ihtiyacı karşılayamaması ve çökmesi, konut krizi gibi birçok sorun Avrupa’nın son yıllardaki en büyük krizleri. Genişleyen AB ve üye ülkeler ekonomik sorunlar ve beraberinde yaşanan krizleri çözmeye odaklanmalarına rağmen, son yılların ekonomik verileri, Avrupa’nın içinde bulunduğu sorunları çözmedeki yetersizliğini gözler önüne seriyor. ABD ve Çin ile yarışması artık mümkün görünmeyen Avrupa, inovasyon ve üretim krizi ve yaşlanan nüfus gerçeği ile de yüz yüze. Tüm bu sorunların ana sebebini göçmen krizi ile açıklayan ve radikal açıklamaları ile dikkatleri üzerine çeken aşırı sağcı popülist partiler, bu yüzden Avrupalı seçmen için denenmesi gereken bir reçete oldu. Partilerin işaret ettikleri sorunu çözme modeli basitti. Göç dalgasını engelleyerek göçmenlere harcanan bütçe diğer sorunların çözümüne aktarılacak ve böylece ortada sorun kalmayacaktı. Ayrıca ulus devlet idealini de yeniden canlandıran bu söylemler seçmen için de heyecan vericiydi.

Ancak, ateşli söylemleri ötesinde, göç sorununu birkaç kanun düzenlemesi ile sona erdirmek pratik siyasette yerini bulamadı. Hollanda’da Geert Wilders’in göç sorununu çözmek için söylemleri ve adımları ‘hukukun üstünlüğü’ engeline takıldı ve Wilders’e oy kaybettirdi. Liberal Sosyal Demokratlar Partisi sürpriz bir çıkışla birinci parti oldu. Burada her ne kadar liberal demokratların yükselişine dair bir umut görülse de seçimde başka bir sürpriz oldu. Seçim öncesi, sandalye sayısı 14’e kadar gerilediği belirtilen Dilan Yeşilgöz liderliğindeki sağ liberal Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi (VVD) de, anketlerin aksine 23 sandalye elde ederek, olası koalisyonun kilit partilerinden biri oldu. Yeşilgöz’ün en büyük önceliği ise göçle mücadele. Geer Wilders’in kaybettiği oylar soldan ziyade yine farklı aşırı sağ partilere gitti. O yüzden liberallerin birinci parti olması şu an için anlamlı bir değişikliğe işaret etmiyor. Hollanda seçmeni için göç, mücadele edilmesi gereken ilk sorun ve sorunun çözümünün karmaşıklığından ziyade, seçmen, parti ya da isim değiştirerek aynı soruna işaret etmeye devam ediyor.


AVRUPA NE UMDU NE BULDU?

Öte yandan, özellikle Hollanda örneği, liberal demokrasinin kendi içinde barındırdığı paradoksu açığa çıkardı: ifade özgürlüğü, hoşgörüsüzlüğün söylemsel zemini haline geldi, liberal düzen kendi ilkeleriyle tehdit altına girdi. Aşırı sağ, bu çelişkiden faydalanarak siyasal alanın merkezine doğru ilerledi ve “hoşgörüsüzlüğün hoşgörüsü” kavramı aslında fiilen hayata geçti. Bu noktada Wilders’in seçim kaybetmesinin asıl nedeni liberal demokrasiye dair yaşanan kaygıdan ziyade, koalisyonda istikrarın devam etmemesi yüzünden liderin cezalandırılması şeklinde okunmalıdır. Zaten oyların yine aşırı sağ partilere kayması da bu gerçeği açık bir şekilde ifade ediyor.

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, seçmenlerin güvenlik, kimlik ve temsil arayışıyla şekillenirken, liberal demokrasinin çözüm üretememesi bu eğilimi güçlendiriyor. AB’nin normatif çerçevesi ve hukukun üstünlüğü ilkesi ulusal egemenlik iddialarını sınırlasa da seçmen hâlâ istikrar ve kimliksel bütünlük arayışında. İngiltere, Fransa, Hollanda ve Almanya örnekleri, bu yükselişin her ülkede farklı tarihsel ve anayasal dinamiklerle şekillendiğini gösteriyor. Ancak Avrupa artık kırılgan bir demokrasiye sahip ve seçmen, çözüm üretemeyen partilerin yerine benzer vaatlerle gelen yeni popülistleri destekliyor. Göç, küreselleşme ve ekonomik sorunlar önemli etkenler olsa da asıl mesele, liberal demokrasi ile ulus devlet arasındaki yapısal gerilim. Aşırı sağın yükselişi bu krizin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.


#Hollanda
#seçim
#hükümet