Görüntü çağının araçları ve ekranı içeren bütün teknolojiler, bilginin yeniden üretimini sağlar. Bilginin imajlar, görüntüler, fotoğraf ve iletiler üzerinden her defasında yeniden üretimi, ilk bakışta canlılığın, hareketliliğin ve düşünsel zenginliğin verimi gibi dursa da bütün bunlar, bilgiyi itibarsızlaştıran bir durumdur. Enformasyon ne kadar artarsa bilginin zemini de o kadar kayar, sarsılır, değişir ve dönüşür.
Her imgede, her sembolde bir görme biçimi gizlidir. Farklılıklar bu sebeple insanın muhayyilesini geliştirir. John Berger Görme Biçimleri’nde görme eyleminin sözcüklerden önce geldiğini söyler. Bebek konuşmadan önce görür, insan konuşmadan önce zihnindeki imgelerle düşünür. İnsan kendisini çevreleyen dünyayı sözcüklerle anlatır ama o dünyayı birtakım alametlerle, simge ve sembollerle tanır. Her gün kendine anlamlı bir dünya inşa etmek için çabalayan bir insanın bakışıyla faydasız işler peşinde koşan insanın bakışı aynı olmaz. İmajlar çağında monitör egemenliğin dayatmasıyla hepimiz aynı görüntülere maruz kalıyoruz. Ancak bu maruz kalma, hepimizi aynı şekilde değiştirip dönüştürmez. Kiminin cehaletini ve gündemde boğulmasını, kiminin de gündemi aşıp geleceği öngörmesini sağlar.
Enformatik zenginlik, insanın bir konu hakkında malumat sahibi olması ama o konunun ana hatlarını, detay ve inceliklerini, derinliğini bilmeyişi anlamına gelir. Enformatik açıdan zengin olan kişi, -bu kişiye malumatfuruş da diyebiliriz- görünürde çok şey biliyormuş gibidir ancak meselelerin özüne vakıf değildir. Bu kimsenin tespitleri ve yargıları kaideye, ilkeye, temel bilgiye yaslanmadığından ve usul bilgisinden yoksun olduğundan sadece göz boyayıcıdır.
Bir kavram, konu veya meseleden söz edildiğinde o konu ve kavramın bir çıkış noktası, sosyolojik arka planı, tarihsel süreçte çıkış noktasından farklı anlamlara evrilişi söz konusudur. Her kavram bağlamından koparıldığında artık başka bir manayı içerir ve mahiyet değiştirir. İşte enformatik zenginlik de malumat ve bilgi yığını içinde kavramın özünü, mihengini, esas anlamını kaybettirir. Bu durum, insanın gerçeklik algısını bozar. İmaj, imge ve sembollerin baskısıyla olan biteni anlamaya çalışmak, ipin sürekli sökülmesi ve kumaşın asla dikiş tutmaması demektir. İmaj ve semboller ufuk açıcı, yol ve yön tayin edici olduğu gibi aynı zamanda insanın zihnini ablukaya alır. Abluka altındaki zihin ferah düşünemez, düşündüğünü doğru ifade edemez. Çünkü imaj ve sembollerin dayattığı baskı, bütün zihinleri kuşatmış, onları bir noktaya kanalize etmiş, neyi nasıl düşünmeleri gerektiği konusunda onları güdümlü hâle getirmiştir. Buna bir nevi hipnoz etkisi de denilebilir. İnsan, istek ve iradesiyle hür bir şekilde hareket ettiğini ve düşündüğünü sanırken esasında kendine dayatılan imaj ve sembollerin baskısıyla gönüllü olarak sisteme teslim olur. Örneklemek gerekirse MOSSAD ve İsrail’e ajan olarak çalıştığı iddiasıyla medyaya sunulan insanların görüntüleri, kimlikleri, taşıdıkları semboller onları ‘ajanlık’ dışında çok boyutlu bir yargılamaya tabi kılmaktadır. Olayın kriminal ve güvenlik tarafı bir yana bırakılarak görselliğin getirdiği sembolizm üzerinden sergilenen malzeme başka hesapları, başka kavgaları gündeme taşımaktadır. Müslüman kisvesi olarak “başörtüsü” ve “sakal”, istihbarat, ajanlık, uluslararası ilişkiler gibi sorunlu alanlarla özdeşleştirilmekte ve Filistin’deki soykırım sembolizmin gerisinde kalmaktadır.
İslamofobi stratejilerinde Batı’nın sıkça başvurduğu yöntemler, semboller üzerinden yürütülen İslam karşıtlığını iyice deşifre etse de savaş kültürel, entelektüel, görsel, zihinsel ve duygusal her alanda sürdürülmektedir. Savaş ve soykırım, fiilen insanın ruh, can ve mal emniyetini hedef aldığı gibi zihinleri de hedef alır. Batı, Müslüman imgesine semboller üzerinden saldırır. Batı'nın bu saldırılarına malzeme sunan görüntüler, Müslümanların ruhunda ne kadar infiale sebep olsa da bu tuzaklardan kimse korunmamaktadır. Kitlelerin algısı semboller üzerinden yönetilmeye çok açıktır. Algı, insanın bilincidir dolayısıyla insanı ele geçirir, yönetir, sevk eder. Algının Fenomenolojisi’nde Merleau Ponty, algının bilinç hâllerinden inşa edildiğini ve bu inşa edilen bilinç hâlinin de insanın mental kimyası olduğunu söyler, yani mental kimya insanı kendisi yapan şey demektir. İnsan o kimyanın kendisine telkin ettiği yerden görür, bakar ve düşünür. Mossad’ın hedef gösterdiği kadın tipi sarı saçlı, erkek tipi de briyantinli, kravatlı olsaydı kitlelerin, sarı saçlılara ve kravatlılara bakışı değişecek, algılarında bu tiplere dair hasarlı bir görünüm belirecek miydi? Rusya-Ukrayna savaşında, Ukraynalı mültecilere sırf “sarışın ve renkli gözlü” olduğu için “Avrupa’nın kapıları size sonuna kadar açık” diyen Batı vicdanı, Filistinli, Suriyeli, Arakanlı çocuk ve kadınların imdat çığlıkları karşısında neden kör sağır ve dilsizdir. İnsanın vicdanını, hakkaniyet duygusunu körelten doğrudan insan zihnine ve idrakine yönelik sürdürülen bu büyük propaganda savaşı, Batının en önemli hegemonya aracıdır.
İnsan dış görünüşü ve iç dünyasıyla bir bütündür. “İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında” diye çok hakikatli bir deyim var. Sınırları belli olan hayvanın ne olduğu aşikârdır ama ruh ve akıl taşıyan insanın kimliği karmaşıktır. İnsanın içyüzü, ne düşündüğü, ne yapmak istediği kıyafetlerinden, dış görünüşünden, saç stilinden, konuşma tarzından kolayca ve direkt olarak anlaşılamaz. Bunlar, bir insanın kültürel aidiyeti hakkında sadece belli karinelerdir. Dış görünüm, insana dair ipuçları verir, ona dair belki önyargılar oluşturur ama net ve kesin bilgiler vermez.
Medya, insanların algılarını imge, sembol ve şekilcilik üzerinden yönetir, yönlendirir. Moda tanrıçaları tarafından moda sektöründe trendleştirilen kostümler, renkler, stiller neyse egemen güçler tarafından sanat, siyaset, kültür ve yaşam tarzlarında da trendler belirlenerek medya üzerinden insanın ve toplumun algısına/ idrakine müdahale edilir. Beğenilerinde, zevklerinde, neye göre yaşayacağı, neye ve kime göre düşüneceği konusunda insanlar özgür değildir. Bu gönüllü kölelik düzeninde, sisteme farkında olmadan entegre olan insanın bütün ret ve kabulleri, sistem tarafından belirlenmektedir. Soykırımcı İsrail, fiilen bir toplumu Filistin halkını yok ederken küresel ölçekte İslam’a ve Müslümanlara semboller üzerinden saldırmaya devam etmektedir.
Medyanın İslam ve Müslümanlar üzerinde nasıl sistematik bir örgütlenmeyle saldırdığını en çarpıcı şekilde yazan entelektüellerden biri Edward Said’dir. Medyada İslam adlı kitabında, Batı’da İslam dendiği zaman sayısız ve sevimsiz şeyin akla geldiğini, oluşturulan algı üzerinden Müslümanların dar bir alana hapsedilmek istendiğini söyler. Siyonizmin kuklası ve uşağı hâline gelen Batı, birçok katliamın müsebbibi olmasına rağmen Amerikan kültürüne, Hristiyanlığa ve Batı tarzı yaşama biçimine asla zeval gelmez. Hiç kimse Batı kültürüne karşı tavır almaz. Tersinden bir okuma yapıldığında şurası açıkça görülür: Bir şeyi kötü göstermek, bunun için var gücüyle çalışmak İslam’ın dolayısıyla Müslümanların işi değildir. Tarih boyunca Batı'nın teknik gücü sayesinde İslam bir kötülük nesnesi, Müslümanlar da günah keçisi olarak gösterilmiş olsa da hakkaniyet ve vicdan sahibi kalemlerin yazdıkları, meselenin içyüzünün öyle olmadığının ispatıdır.
Bir insanı çürütmek için onun özgüvenini yıkmak ve onu kendine düşman kılmak yeterlidir. Bir milleti çürütmek için de aynı yöntem geçerlidir: O milleti sahip olduğu ırmağa karşı küstürmek. Bir toplum gürül gürül akan suya rağmen susuz kalmayı tercih ederse varoluş değerlerini, güç kaynağını ve yolunu unutur. Meselelerinin derinliğini araştırmaz ve kararlarını derin düşüncelerle almaz. Kitlelerin ucuz sloganlara ve popülist söylemlere rağbeti bu yüzdendir. Popülizmin ‘alıcısı’ çoktur ve derin düşünmeyi imkansızlaştırır. Popülizm kısa vadeli, günübirlik ataklardır. Gustave Le Bon, kült eseri Kitleler Psikolojisi’nde “Kitle, çobanından vazgeçmeyen bir sürüdür.” der. Sürüyü artık hakikate değil, çobanının söylediği/çağırdığı yere iknâ edebilirsiniz. Şayet çoban hakikate çağırıyorsa hitap ettiği bir “sürü” değildir çünkü hakikatin alıcısı daima azdır. Hakikatin sesine kulak veren insanlar, kitle oluşturmaz. Onlar toplumun ve mâşerî vicdanın bir parçası olur, düşünmeyenin yerine de düşünür, kırk kapıdan kovulacaklarını da bilseler yine de hakikatin yanında dururlar.
Kitleler birbirinin sinir uçlarına dokunarak hareket eder, düşüncenin önünü kapatır ve kutuplaşmaya elverişli bir zemini hazırlar. Küresel sistemin istediği de budur. Bölünmüş, parçalanmış, hiçbir ortak paydada birleşmeyen, kendi insanına ve değerlerine yabancılaşan, semboller üzerinden ayrışarak birbirini tahkir eden bir toplumun işgali çok daha kolaydır. Küresel sistemin bazı işgal metotları oldukça sinsidir, en çok da teknik ilerleyişin verdiği güçten faydalanır ve medeniyet adı altında teknik bakımdan toplumları tahakküm altına alır. Batının medeniyet vurgusu, insanın metafizik yükselişine dair değil, insan dışındaki mekanik gelişmişlik hakkındadır.
Meghan O’Gieblyn Teknoloji, Metafor ve Anlam Arayışı kitabında “Algının her türlüsü metafordur.” der. İnsanın sembol, imge ve metaforlardan anladığı şeylerin toplamı, onun algısı hakkında fikir verir. Algılar da parmak izleri gibi kişiye münhasırdır. Algı, insanın dünya görüşü, fikriyatı, birikimi ve hayatı algılama biçimidir. Algısı gelişmemiş kişiler çabuk galeyana gelir, onları provoke etmek çok kolaydır. Eric Hoffer, Kesin İnançlılar’da propagandanın hayal kırıklığına uğramış kişiler üzerinde daha başarılı olduğunu söyler. Propagandacının ateşli sözleri, bu kişileri kışkırtmaya ve hayal ettikleri şeylere inandırmaya yeter. Hüsrana uğramış bu kişiler retoriği, nakarat ve nutukları sever. Bakıldığında çok tutkulu, idealist ve cevval görünen bu insanlar, sembolik göstergelerle ikna olan propagandayı hemen içselleştiren, bir dönem parlayıp sönen, istikrar sağlayamayan, çabuk saf değiştiren, kolay manipüle olan ve kolay kitleselleşen kimselerdir.
Küresel medya ve ona hizmet edenler vicdanımızı, duygu ve düşüncelerimizi aşındırmak, algımızı bozmak, idrakimizi köreltmek, insan olduğumuzu bize unutturarak bizi nesneleştirmek ister. Ustalıklı illüzyonlarla bizi birbirimize ve kendimize ait değerlere düşman ederler. Farkına vardığımızda iş işten geçmiş olur ya da geri dönülemez bir yola girmişizdir, nesiller boyu düzeltilemeyecek sorunlarla baş başa kalmışızdır. Yaşadığımız felaket, maruz kaldığımız şiddet tam da budur.
John Berger, Görme Biçimleri’nde imgenin yeniden üretilebileceğini, her imgede başka bir görme biçimi olabileceğini söyler. İnsan kendine öğretilen yanlış bir ezberi, onun esaretinden çıkarak öğrenir. Zihin özgürleşmedikçe insanın algısı, idraki daima egemen anlayışın güdümünde kalır. İnsan fiilen herhangi bir gruba/topluluğa dahil olmasa bile zihinsel açıdan kendisini sadece belirli fikirlerin cereyanında bırakır, başka fikirlere kapalı olur. Fikir insanın düşünerek, akıl jimnastiğiyle vardığı sonuçların toplamı değildir yalnızca. Fikir, insanın yaşama biçimi, inancı, düşünce dünyası ile sahip olduğu bütün değerlerle karakterine şekil vermesidir aynı zamanda. Simgeler, imajlar, semboller üzerinden yürüyen kısır tartışmalar, ister sınıf çatışmalarına ister ideolojik körlüklere dayansın insanı yerinde saydıran ilkel tartışmalardır.
Mürit Bergusi “Bütün mücadeleler sembolleri tercih eder. Bugünün Kudüs’ü, teolojinin Kudüs’ü. Bütün dünya, Kudüs’ün statüsünün derdinde, onun mefkûresinin, efsanesinin derdinde. Fakat bizim Kudüs’teki hayatımız ve hayatımızın Kudüs’ü umurunda değil dünyanın.” der. Bu sözler, insan zihninin ve toplum belleğinin sembollerle kendini sınırlayışının izahıdır. Semboller ve imgeler, derin düşünen aklı harekete geçirir ama sığ ve yüzeysel zihinleri de galeyana getirir. Sığ akıllar dünyayı sadece sembol, imge ve imajlar üzerinden okuyarak yaftalamayı, bölmeyi, itham etmeyi, suçlamayı, hakareti, kusur bulmayı öğrenir. Hepimiz her an bu tuzaklara düşebilir, bize dayatılan algılarla hareket edebilir, maruz bırakıldığımız imajların istilasında kalabilir, zihnimizi işgale açık hâle getirebiliriz. İnsan kendinden gördüğüne dahi ihtiyatlı yaklaşmalı ve bakışını daima iyiye ve güzele, merhamet ve adalete doğru yönlendirmelidir.