İslam tarihini okuyanlarımız bilir. İslâm'ın doğuşundan önceki devre “Cahiliye Devri” denir. Tefeciliğin, faizin, haram kazancın hat safhada olduğu, içkinin su ile eşdeğer kullanıldığı, kumarın sıradan bir alışkanlık haline geldiği, zinanın normal görüldüğü, kadınların mal statüsünde görülerek köle olarak kullanıldığı, kadın ve çocuk haklarının olmadığı ve savunmasız kesim olarak ticaretinin yapıldığı, kız çocuğu olmanın bir utanç olup diri diri toprağa gömülerek ortadan kaldırıldığı, zengin-fakir ayrımının, ötekileştirmenin, kabileci ruhun kısaca eşitsizliğin kök saldığı bir devir…
Ancak bu karanlık ve insanlık dışı devire bir lütuf olarak gönderilen İslam Dini ve onun rahmet Peygamberi; karanlıktan aydınlığa çıkmayı, insanlığı ve güzel ahlakı öğretmeye geldi ve Cahiliye dönemi 610 yılında Hz. Muhammed'in (sav) peygamber olması, yani vahyin nazil olmaya başlaması ile sona erdi. Günümüze kadar orijinal formunu koruyan ve evrensel nitelikte olan Kur’an-ı Kerim ve Kutlu Nebi'nin hadisleri rehberliğinde yaşanılan bir hayatın güzelliğini görmek ise biz âkil insanların kolaylıkla idrak edebileceği bir meziyet iken bizler bu devre tekrar nasıl döndük?
Evet, şu an döngüsel bir zamana şahit oluyoruz. Ve tekrar aynı şeylerin zuhur ettiğini hepimiz somut örnekler ile görmekteyiz. Yukarıda bahsettiğim insanlığın yok sayıldığı devrin karanlığı, modern dönemde de farklı tezahürleri ile ortaya çıkmış durumda. Zalimin insan haklarını çiğneyerek durmadan ve acımasızca binlerce canı katlettiği, bu durumun normalleşmeye başladığı ve dışarıdaki bakışların hiçbir vukuat yokmuş gibi bir yıldır sessiz kaldığı karanlık bir dünyadayız. Aynı zamanda çevremiz, yakınlarımız hatta ailemiz içerisinde can güvenliği başta olmak üzere her türlü tehlikenin yer aldığı adeta bir ateş çemberinde gibi hissetmeye başladığımız korkutucu bir dünya…
Cahiliye devrinde savunmasız ve güçsüz olarak görülen kadın ve çocuğa yapılan haksızlık ve aşağılayıcı hareketlerin modern dönemdeki kadın ve çocuğun güvenli, kaliteli ve huzurlu yaşama hakkının elinden alınmasına dönüşmesi ile karanlığın bir başka tonunu gösteren bir dünya… Bütün bunların sebebi nedir? diye sorduğumda farklı bakış açıları ve yürütülen mantaliteler ile verilecek cevap çok fazla… Ancak ben soruyu kendi perspektif ve alanım doğrultusunda objektif bir bakış açısı ile ele alacağım.
Psikanalist Erich Fromm, vicdan değerini kaynağına göre ikiye ayırmakta. Otoriter (içselleştirilmiş bir dış otoritenin sesi) ve hümanist (her insanın içinde mevcut olan, dış yaptırım ve ödüllerden bağımsız bir ses) vicdan olarak sınıflandırılan vicdanın her ikisinin de anlamsız kaldığı bir devirde, ele alınabilecek bir vicdan olgusu olmadığına göre bu değeri ortadan kaldıran unsurların ne olduğunu bulmak gerekiyor. Bir insanı vicdan yoksunu bir hale getiren şeyler saymakla bitmeyecek kadar çok olsa da bu şeylerin ortak noktası, evrensel nitelikteki öğreti ve değerlerin göz ardı edilmesi veyahut içselleştirilmemesinden kaynaklanmakta. Konunun arka planında da araştırılması gereken başka faktörlerin olduğunu da burada belirtmek gerekiyor. Toplumda bilişsel ve ruhsal anlamdaki bozulmalar, bağımlılıklar sonucu psikopat, sosyopat ve ruh sağlığı sorunlu şekilde bilinçsizce hareket eden ve şeytanî tapınmalar ile hayatın anlamını bulmaya çalışan farklı inanışların da değerleri çürüterek vicdanı aort damarlarından kopardığı da bir gerçek… Ancak vicdan, kutsal bir değerdir ve özünü din, kültür ve değer öğretilerinden almaktadır.
Din, can, akıl, mal ve neslin korunmasına ve mahremiyetine özellikle değer veren bir öğretinin nasihatlerine riayet etmek herkes için kolay olsa, belki de bu çağ, modern cahiliye diye tanımlamadığımız müreffeh bir dünya olurdu, kim bilir?