
Geçtiğimiz günlerde Elon Musk iddialı bir açıklamada bulundu. Özellikle robotların üretimi devralacağı, yapay zekânın yoksulluğu ortadan kaldıracağı ve çalışmanın yakın gelecekte isteğe bağlı hale geleceğine yönelik ifadeleri, açıkçası teknolojik ütopyanın eski bir söylemini yeniden dolaşıma sokmuş gibi. Üstelik bu açıklamanın hemen ardından yapay zekâ ve robotik yatırımlarının duyurulması, devasa bir teknoloji müteşebbisinin topluma umut aşılayan bu açıklamalarının arka planında hem yeni bir sermaye hamlesini barındırmakta hem de bu türden söylemin bir tahminden ziyade yeni bir sosyal tahayyül üretme çabası olduğuna dair bir imada bulunmaktadır. Söz konusu tahayyül, insanın sosyal konumunu belirleyen en temel unsurların—emek, aile, akrabalık, sosyal bağ—yerinden oynadığı bir döneme işaret etmektedir. Dolayısıyla bugün sorulması gereken soru “Toplum nasıl işler?” sorusu değildir, bilakis “Toplumun çözülmeye başladığı noktada robotların oluşturacağı düzen nasıl bir yapıya sahip olabilir?” sorusudur.
TEKNOKRATİK ÜTOPYA
Musk’ın çizdiği bu parlak tablo, kulağa cazip gelse de muhtevası itibarıyla bir teknokratik ütopyadan ibaret. Çünkü insan emeği sadece üretim sürecindeki bir araç değildir; aileden topluma, dinden siyasete uzanan geniş bir ontolojik düzenin omurgasıdır. O halde emeğin makineye devredilmesi, kendinde bir iktisadi tasavvurdan daha çok, varoluşsal bir dönüşümü ima etmektedir. Fakat bugün robotik teknolojilerin insan hayatına nüfuz ettiği bir dönemde sosyoloji, analitik açıklayıcılığını ciddi ölçüde kaybetmektedir. Zira sosyalin ve sosyalliğin muhtevası dönüşmektedir: Aile, akrabalık, emek, otorite ve topluluk gibi kavramlar, insan-merkezli bir sosyolojinin üzerine kurulduğu farazi temellerdir. Ancak insanın yerini robotların almaya başlaması, bu temelleri hızla aşındırmaktadır.
MODERN TOPLUMUN KENDİNE HAS HATASI
Bu aşınmanın izlerini en açık biçimde kapitalist üretim mantığında görmek mümkündür. Kapitalizm, insanı üretim sürecinin merkezine yerleştirirken aynı zamanda onu hataya açık, değiştirilebilir, yerine konulabilir bir unsur olarak tanımlamıştır. Bu zemin üzerinde kurgulanan aile kurumu da üretici sınıfın devamını sağlayan bir yapı işlevi görmüştür. İşçinin ise sadece üretim sürecindeki yerini doldurması beklenmiştir: o, yeri doldurulabilir, göçle yer değiştirebilir, ücretle motive edilebilir olandır. Dolayısıyla işçi için aile, üretim araçlarına sahip olan sınıf için olduğu kadar merkezi bir anlam taşımaz; işçi, modern üretim sürecinde giderek yalnızlaşır, soyutlaşır ve şeyleşir. İşte tam da burada modern toplumun kendine has hatası gün yüzüne çıkmaktadır. Böyle bir toplum anlayışı zahirde, “bilimin kurduğu insan”ı mutlak gerçeklik sanmasıydı. Bu insan, köklerinden kopmuş, aile bağları zayıflamış, toplumsal ilişkileri soyutlaşmış bir figürdü. Modernliğin imal ettiği bu insan, paranın ve piyasanın soyut dünyasına hapsolmuştu. Oysa bundan sonra yürümemiz gereken yol bambaşka bir noktaya işaret ediyor: Toplumsal örgütlenmenin sıkıştığı yerde, insanın soyutlandığı ve robotların devreye girdiği yeni bir dönem.
KALABALIKLAR İÇİNDEKİ YALNIZLIK
Bu süreç bugün yapay zekâ ve robotik teknolojilerle daha radikal bir boyut kazanmıştır. Nasıl ki para, insan ilişkilerini metalaştırdıysa, bilgi de yapay zekâ aracılığıyla insan kararlarını metalaştırmaktadır. Yapay zekâ sistemleri insanın yerine karar vermeye, onun yerine öğrenmeye ve hatta onun yerine düşünmeye başladıkça, bireyin makineye bağımlılığı artmaktadır. Gündelik hayatın en sıradan kararları dahi yapay zekâya sorulur hale gelmiştir. Artık bireyin, rasyonelliği, hesapçılığı ve soyutlanmışlığıyla, makineleşmenin eşiğine varmasına bir adım kalmıştır. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Makineleştirilmesi yönünde senelerce adımlar atılan bireyin gerçekten bir aileye, bir akrabalık ağının sıcaklığına, dostluğa ya da topluluğa ihtiyacı kalacak mıdır? Ya da daha doğrusu hem ütopyalaştırılan hem de realize edilmeye çalışılan böyle bir sistem, bireyin bu türden ihtiyaçlara sahip olmasına izin vermeye devam edecek midir?
İşte Musk’ın “çalışmanın isteğe bağlı olacağı” iddiası tam da bu noktada sosyolojik açıdan problemli hale gelir. Buradaki ana mesele, çalışmanın ortadan kalkmasından daha çok çalışmanın mülkiyetinin makineye devridir. Robotların ameli, insanın ameli yerine geçtiğinde ortadan kalkan emek olmayacaktır sadece, sosyal bağları mümkün kılan insani zemin de aşınacaktır. Somut paranın soyut paraya dönüşmesi nasıl bireyselleşmeyi ve sosyal mesafeyi artırdıysa, robot emeğinin soyutlaşması da sosyal düzenin çoğaltıcı unsurlarını en aza indirgeyecektir. Bu şartlar altında beşeri bağlar da giderek soyutlaşacak, sosyal hayat “kalabalıklar içindeki yalnızlık” olarak tecessüm edecektir.
İNSANIN ANLAMINI KORUYAN TOPLUMSAL DÜZEN HAKKINDA DÜŞÜNMELİYİZ
Nihayetinde insanların meydana getirdiği sosyallikten, robotların işgal ettiği yeni ve farklı bir sosyal düzene doğru ilerlenmektedir. Modern tahayyüldeki toplumun sosyolojisi, beşerî davranış ve ilişkiler üzerine kuruluydu. Robotların sosyolojisi ise insanların yerine çalışan, öğrenen, karar veren ve hatta sosyal ilişkileri belirleyen makinelerin varlığı üzerine yükseleceğe benzemektedir. Açıkçası işte tam da bu noktada Musk’ın iddiasının gözden kaçırdığı temel mesele budur: Teknolojik ütopya, özgürleşme değil, tam tersine sosyal öznenin çözülmesi anlamına gelebilir. Çünkü vadedilen düzen, insanı özgürleştiren bir ütopyadan çok, mülkiyet ilişkilerinin yeniden sertleştiği bir geleceğe işaret ediyor. Çalışmanın isteğe bağlı olması değil, emeğin sahipliğinin teknoloji şirketlerinin elinde tekelleşmesi söz konusudur. Robotların hâkim olduğu bir üretim rejimi, insanı üretimden azat etmeyecek; bilakis insanın toplum içindeki yerini daha da kırılgan hale getirecektir. Kısacası, robotların yoksulluğu bitireceği iddiası, bugünün dünyasında bir teknoloji romantizmi olmaktan öteye geçmiyor. Asıl ihtiyaç duyduğumuz şey, insanın anlamını koruyan bir toplumsal düzeni, hızla yaklaşan robotik çağ karşısında yeniden düşünmektir.









