
Orta Doğu’da bölgesel bir olgunlaşma yaşanıyor. Uzun yıllar dış müdahalelerle şekillendirilen bölge siyaseti, artık bölge ülkelerinin kendi kaderlerini belirlediği bir evreye geçiyor. Bu yeni denklemde, ABD ve AB gibi dış aktörler doğrudan müdahale yerine uzlaşıyı destekleyici bir çizgiye çekiliyor.
Orta Doğu, onlarca yıldır savaşların, işgallerin, darbelerin ve dış müdahalelerin gölgesinde kalan bir coğrafya oldu. Özellikle Filistin topraklarındaki İsrail işgali, bölgenin en derin yaralarından biri olmaya devam ederken, bu kronikleşmiş sorun çevresinde şekillenen çatışmalar da Orta Doğu’yu istikrarsızlığın merkezine yerleştirmişti. Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına geldiğimiz şu günlerde, bu tarihsel kısır döngüyü kırabilecek yeni bir sürecin başladığına tanıklık ediyoruz. Bu dönüşümün sembol anı geçen pazartesi günü Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde düzenlenen ve dünya liderlerini bir araya getiren kritik “Gazze’de Barış Zirvesi” oldu.
Zirvede Türkiye, Mısır, Katar ve ABD’nin öncülüğünde atılan imzalar, sadece Gazze’deki geçici bir ateşkesin resmileştirilmesi değil, aynı zamanda bölgede yeni bir paradigmanın temelinin atıldığını gösteriyor. Dünya liderlerinin, özellikle de ABD Başkanı’nın katılımıyla gerçekleşen zirvede, Gazze’deki ateşkesin kalıcı barışa dönüştürülmesi hedeflendi. Ancak bu hedefin ötesinde, zirve aslında bölgede yaşanmakta olan jeopolitik dönüşümün bir tür ilanı niteliği taşıdı.
Geçmişte benzeri girişimlerin ya başarısızlıkla sonuçlandığı ya da dış aktörlerin sınırlayıcı etkisiyle sekteye uğradığı dikkate alındığında, temkinli yaklaşmakta fayda var ancak değişimin yaşandığı da bir gerçek. Çünkü ilk kez, bölgesel aktörler, özellikle Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler, sürecin merkezinde ve yönlendirici pozisyonunda yer alıyor.
TÜRKİYE’NİN OYUN KURUCU ROLÜ
Zirvede Türkiye’nin üstlendiği pozisyon, artık Orta Doğu’da proaktif ve yön belirleyen bir aktör olduğunun açık bir göstergesi. Daha önce bu sayfalarda Orta Doğu’da uzun süren “soğuk savaş” döneminin Türkiye’nin hamleleriyle sona erdiğine dikkat çekmiştik. Şarm El-Şeyh’te imzalanan mutabakat da bu dönüşümün uluslararası düzeyde kabul gördüğünü gösteriyor. Türkiye’nin diplomatik becerisi, aynı anda hem Batı ile ilişkilerini sürdürebilmesi hem de bölge ülkeleriyle yapıcı ve çözüm odaklı diyaloglar kurabilmesiyle öne çıkıyor.
Bu kapsamda Türkiye’nin bölgede üç temel stratejik hedef güttüğü görülüyor; Filistin topraklarında işgale karşı adil bir çözüm süreci tesis etmek, bölge dışı aktörlerin müdahale kapasitesini sınırlayarak yerel inisiyatifleri öne çıkarmak ve terör örgütlerinin siyasi boşluklardan faydalanmasının önüne geçmek.
İsrail ile Filistin direniş grupları arasında yapılan esir takası, bu süreçte bir ilk adım olarak değerlendirilebilir. Bu takasın ardından başlayacak görüşmeler Gazze’nin yeniden inşası ve İsrail’in bölgeden tamamen çekilmesini içeren ikinci aşamaya geçişi içeriyor. Bu bağlamda, zirve sadece bir diplomatik jest değil, aynı zamanda somut bir yol haritasının başlangıç noktası oldu. Uluslararası camianın desteğiyle yürütülen bu sürecin kalıcı barışa dönüşebilmesi için üç temel koşul dikkat çekiyor: Taraflar arası güven artırıcı önlemlerin hayata geçirilmesi, Gazze’nin yeniden imarında adaletli ve şeffaf bir finansal mekanizma kurulması, İsrail’in işgal politikalarından vazgeçmesini ve Filistin Devleti'nin kurulmasını sağlayacak küresel baskı mekanizmalarının etkinleştirilmesi.
İSTENMEYEN ADAM NETANYAHU
Şarm El Şeyh’teki zirvede çarpıcı bir gelişme de yaşandı. Soykırım suçlusu İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu son anda ABD Başkanı Trump üzerinden toplantıya katılmaya çalıştı ama bu korsan girişim kabul görmedi. Bölge liderleri işgal politikaları sürdükçe İsrail’in bu tür girişimlerde yer alamayacağını açıkça ortaya koydu. Bu karar, diplomatik bir tavır olmanın ötesinde, aynı zamanda sembolik bir mesaj niteliği taşıyor. Katılımcılar, Filistin topraklarındaki işgal sonlanmadan, İsrail’in bölgede meşru bir barış aktörü olamayacağını vurguladı. Bu durum, uluslararası toplumun İsrail’e yönelik sabrının sınırlarına geldiğini gösteren bir işaret. İsrail’in dışlanması, barışın önündeki en büyük engellerden birinin halen devam eden işgal olduğunu uluslararası kamuoyuna hatırlatıyor.
SURİYE’DE PARALEL SÜREÇ
Zirveye paralel olarak Suriye’de yaşanan gelişmeler ise Orta Doğu’daki genel dönüşümün tamamlayıcı bir parçası niteliğinde. Özellikle terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan YPG/SDG’nin, Şam yönetimiyle 10 Mart anlaşması çerçevesinde entegrasyon sürecine girmesi, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını diplomasiyle çözme iradesinin somut bir yansıması. Bu gelişme sadece Türkiye için değil, Suriye’nin bütünlüğü açısından da kritik bir adım. Bu süreçte iki temel gelişme dikkat çekiyor. Terör örgütü YPG’nin silahlı yapısının Suriye ordusuna entegre edilerek fiilen dağıtılması ve Suriye’nin kuzeydoğusunda, terör yapılarının özerklik iddiasının hukuken sona erdirilmesi. Bu gelişmeler ışığında Türkiye’nin çok boyutlu diplomasi yürüttüğü, sadece askeri değil diplomatik yöntemlerle de güvenlik hedeflerine ulaşabildiği görülüyor.
BÖLGESEL İNSİYATİF
Orta Doğu’da yaşanan bu dönüşüm, aslında bir “bölgesel olgunlaşma”nın işareti. Uzun yıllar dış müdahalelerle şekillendirilen bölge siyaseti, artık bölge ülkelerinin kendi kaderlerini belirlediği bir evreye geçiyor. Türkiye, Mısır, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin ortak iradesi, dış aktörleri tamamlayıcı değil sınırlı ve destekleyici pozisyona itiyor. Bu yeni denklemde, ABD ve AB gibi güçler, doğrudan müdahale yerine uzlaşıyı destekleyici bir çizgiye çekiliyor. İsrail’in hareket alanı daralıyor ve uluslararası hukuk ön plana çıkıyor. Filistin meselesi, 30 yıl aradan sonra ilk kez bu kadar kapsamlı bir barış planı çerçevesinde ele alınıyor. Bu da aslında bölgemizdeki uzun soğuk savaşın sona erdiğini bir başka göstergesi.
YENİ BİR DÖNEM
Şarm El-Şeyh Zirvesi, Orta Doğu’da tarihsel bir kırılmanın başlangıcını temsil ediyor. Ateşkes, barış süreci, yeniden inşa ve işgalin sona erdirilmesi gibi başlıklar artık teorik değil, fiilî bir yol haritası ile ilerliyor. Türkiye’nin diplomatik ve stratejik liderliği, bu sürecin ana itici gücü olarak öne çıkıyor. Suriye’de yaşanan gelişmeler de bu tabloyu tamamlıyor; çünkü güvenlik olmadan barış, barış olmadan kalkınma mümkün değil. Bu yeni dönemde başarının sürdürülebilirliği için dikkat edilmesi gereken en önemli konu, bölgesel iradenin konsolide edilmesi ve dış baskılara karşı dirençli hale getirilmesidir. Bu bağlamda Şarm El-Şeyh, sadece bir zirve değil, bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Orta Doğu’nun kaderi değişiyor; bu kez içeriden, halkların ve bölge ülkelerinin ortak kararıyla.