
Geçtiğimiz yıl festivallerde en çok ses getiren filmlerinden biri olan Gülizar vizyona girdi. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden de 3 ödülle dönen filmin yönetmeni Belkıs Bayrak’ın ilk uzun metraj çalışması için “Seyirciyi olayı 'görmeye' değil, 'duymaya' ve 'sezmeye' davet ettim” dedi.
Film yapmanın gittikçe zorlaştığı ya da süreçlerin çetrefilleştiği bir dönemde beyaz perdeye gelen Gülizar, istemediği biriyle evlendirilmek istenen bir kadının yaşadığı tacizi ve sonrasında yaşadıklarını anlatıyor. Kritik bir meseleyi ele almasının yanında işleyişinde sadeliği ve göstermekten ziyade hissettirmeyi ve düşündürmeyi hedefleyen filmin yönetmeni Belkıs Bayrak, sinemanın anlatı zenginliği ve ele aldığı meselenin evrenselliğine dikkat çekiyor.

ortaya çıktı?
Gülizar’ın hikâyesi, ilk bakışta Türkiye’ye özgüymüş gibi görünen ama aslında evrensel bir duygunun peşine düşerek belirginleşti: Bir kadının yalnız kalma korkusu, başına gelenin inkâr edilmesiyle yaşadığı çaresizlik ve suskunluk. Zamanla bu çerçevenin içine kendi sorularımı, gözlemlerimi ve duygularımı koyarak bambaşka bir anlatıya dönüştürdüm. Uzun süredir zihnimi meşgul eden bir sorudan da beslendi bu film: “Bir kadın, başına geleni neden anlatamaz?” Bu, sadece toplumsal baskılarla açıklanamayacak kadar derin bir sessizlik. Gülizar, işte o sessizliğe kulak verme ve onu görünür kılma çabası.
FİZİKSEL VE TOPLUMSAL MESAFELERİ SORGULADIK
Kesinlikle. Gülizar sadece bir taciz hikâyesi değil. Filmin odağında “güven” var. Birbirimize ne kadar yaklaşabiliyoruz? Ne zaman yabancılaşıyoruz? Fiziksel mesafenin ötesinde, duygusal ve toplumsal mesafeleri de sorgulayan bir anlatı kurmaya çalıştım. Salgın, elbette bu mesafe ve mahremiyet kavramlarını daha görünür hale getirdi ama bence bu sorunlar zaten vardı; sadece daha fazla görünür oldular.
SEYİRCİYİ ‘DUYMAYA’ VE ‘SEZMEYE’ DAVET ETTİM
Göstermek, bazen anlamanın önüne geçebiliyor. Seyircinin o an ne hissettiğini kontrol etmek değil, onlara hissetmeleri için alan açmak istedim. Taciz sahnesini göstermemek bilinçli bir tercihti; çünkü orada esas olan eylemin kendisi değil, Gülizar’ın o andan sonra içine düştüğü yalnızlık ve çaresizlikti. Seyirciyi olayı “görmeye” değil, “duymaya” ve “sezmeye” davet ettim. Bu, belki de sinemanın en kırılgan ama en güçlü alanlarından biri.
İZLEYİCİYE ULAŞMAK HÂLÂ MÜMKÜN
Gülizar’ın pek çok farklı ülkede karşılık bulması, benim için umut vericiydi. Bu kadar yerel bir hikâyenin evrensel yankılar uyandırması, sinemanın diliyle ilgili inancımı pekiştirdi. Festivaller, özellikle bağımsız sinemacılar için yalnızca bir vitrin değil; düşünsel ve duygusal bir dayanışma alanı. Elbette eleştirilecek pek çok yanı var ama doğru yerde, doğru izleyiciyle buluşmak hâlâ mümkün.
SESSİZ KALMIŞ BİR BAKIŞIN İZİNİ SÜRMEK İÇİN SİNEMA YAPIYORUM
Sinema benim için bir ifade biçimi olmanın ötesinde, aynı zamanda bir duyma ve duyurma biçimi. Bazen kendi adıma, bazen de başkasının sesi olabilmek için; sessiz kalmış bir bakışın izini sürmek için sinema yapıyorum.
Ama bu bir “güç gösterisi” değil. Aksine, kırılganlığın içindeki dayanıklılıkla ilgili. Sinema, en savunmasız yanlarımla yüzleşirken orada bir güce de tutunmamı sağlıyor. Belki de en çok bu yüzden vazgeçemiyorum. Bana göre sinema, dünyayı değiştirme iddiası değil; onu duyabilme ihtimali. Ve bu ihtimalin kendisi bile yeterince güçlü.
Gerçekten de çok katmanlı bir süreçten söz ediyoruz. Özellikle bağımsız sinema yapmaya çalıştığınızda hem üretken hem de yapımcı olmak zorundasınız. Gülizar’da da en büyük zorluk, sınırlı kaynaklarla hayal ettiğimiz dünyayı kurabilmekti. Ama bu sınırlılıklar, aynı zamanda üretmenin önünü de açtı. Ekip arkadaşlarımın özverisi, oyuncuların inancı ve sabrı olmasaydı, bu film ortaya çıkmazdı.
OYUNCULARIM, KARAKTERLERİNİ KENDİ İÇ RİTİMLERİYLE KURDULAR
Oyuncularla çalışırken ilk önceliğim, onların iç dünyalarına alan açmak oluyor. Fazlalıklardan arınmış, yalnızca anı yaşayan ve taşıdığı duyguyu dışa vurmak yerine içinde taşıyan bir oyun biçimi… Bu doğrultuda Ecem Uzun ve Bekir Behrem’le çalışmak, film için büyük bir şanstı. Her ikisi de karakterlerini kendi iç ritimleriyle kurdular. Provalarda çok konuştuk ama sette çoğu zaman sessizliğin içinde çalıştık.
Ecem’in Gülizar’a taşıdığı sessizlik, yalnızlık ve direnç hissi; Bekir’in karakterindeki utanç, çaresizlik ve belirsizlik, filme derin ve söze dökülmesi zor bir duygusal ağırlık kazandırdı. Onlardan göstermek değil, hissettirmek üzerine kurulu bir oyunculuk istedim. Kendilerini savunmayan, açıklamaya çalışmayan karakterlere hayat verdiler. Bu bana göre çok cesur bir oyunculuk biçimi ve filmi asıl taşıyan damar da tam olarak burasıydı.
Şu sıralar Parlaktan Daha Parlak Bir Söz adını taşıyan, hafıza, suç ve sadakat ekseninde şekillenen yeni bir uzun metraj üzerinde çalışıyorum.