Genç öykücülerden Gülşen Funda, Ketebe Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabı “Yol Deriz Ona”yla TYB 2023 hikâye ödülüne layık görüldü. Daha önce Mahalle Mektebi, Post Öykü, Türk Edebiyatı gibi dergilerde öyküleri yayımlanan yazar, ilk kitabı Felgu’dan sonra ikinci kitabıyla artık öyküde kalıcı olduğunu ortaya koydu. Geçmişten günümüze devam eden meselelere masalların soyut diliyle yaklaşan Funda’yla öykücülüğü üzerine konuştuk. İnsana dair temel meselelerin değişmediğini belirten başarılı yazar, “Gerçeği arıyorum, yolu biraz da geçmişe bakmaktan geçiyor sanki” dedi.
Gerçeği arıyorum, yolu biraz da geçmişe bakmaktan geçiyor sanki. Ama artık, pencereleri başka evlerin duvarına açılan, İstanbul’un düzensiz kentleşen semtlerinden birinde geçmiş hikâyelere değil, bugüne bakmak istiyorum.
Kalbinize bakacak cesaretiniz olduğunda yazdığınız karakterlerin de bu cesaretten pay aldıklarını görüyorsunuz. Felgu’dan beri nasıl yazacağımı düşündüğüm pek çok öyküye Yol Deriz Ona’da niyet ettim… Çağdaşlarımın yazdığı “hassasiyet öyküleri”ne, baba ve oğulun kadim yazgısına, zorlu göç ve varoluş hikâyelerine kendi yolumla ve yarattığım dille meydan okumak istiyordum. Bunu bir açıdan başardığımı düşünüyorum.
Mandelstam, bir şiirinde gölgesindeki köpekten kaçan “o insan”ı yazıklar. Ben gölgesindeki köpekten kaçan bir “öykücü” olmak istemiyorum, en azından bunu söyleyebilirim. Kendi hakikatime, coğrafyamıza, tarihimize, çağımıza, yaşadığımız topluma ve değişmez yazgılara bakma ve direnç gösterme cesaretini arıyorum doğrusu.
İnsana dair temel meseleler değişmiyor. Tepegöz, bizim ötekimiz. Günümüzdeki ötekimiz kimse o. Elif Kadın gibi zulme uğrayan yüzlercesi. Göç yollarında oğullarını yitiren yüzlercesi. İster Uygur Türkü olsun ister Suriyeli. İster Keşiş Dağı’nda geçsin, ister Kazak bozkırında. Hikâye aslında yüzyıllardır aynı.
Zor bir mesele ancak Gazze için geçmişteki figürleri harekete geçirmezdim. Öte yandan kamerayı açıp ne görüyorsam onu da yazmazdım. “Eşik” öyküsünde Uygur Türklerinin yurtlarından çıkarılmasını nasıl yazdıysam; ajite etmeden ve öfkemin kalemimin önüne geçmesine izin vermeden. Hem yerli hem de yabancı edebiyatta “bağırmadan” da bir savaşın yazılabildiğine şahidim. “Ama Fareler Uyurlar Geceleyin” öyküsünde mesela, savaş kelimesi geçmez. Ama biliriz savaşı, çocuk abisinin başucunda, enkazın yanında bekler onu. Kalbimizde kocaman bir utançla baş başa kalırız öykü bitince. Cemal Şakar’ın “Şirin’in Gözleri”, “Utanç” öyküleri aklıma geliyor. Güray Süngü’nün Vicdan Sızlar kitabındaki öyküler. Gazze’nin öyküsünü yazmadan ölmek istemiyorum açıkçası, inşallah nasip olur. Ama mesafeyi iyi ayarlamak lazım. Yoksa iddiamızdan vuruluruz.
Kendi sesimizi duyarız ama neye benzediğini bilmeyiz. Tek bildiğimiz bir sesimizin olduğudur. İnsan evladı da ancak bir öteki ile kavrayabilir varlığını, gelişimini de böyle başlatır ve tamamlar. Ses meselesi de böyle. Bunu ancak bir öteki, bir okur duyar ve tarif edebilir gibi geliyor.