O kurumuş çiçeklerden birini keşfedelim o halde: Charlotte Bronte’nin Jane Eyre kitabında sakladığı kayıp kız çocukluk bahçesini.
Kadınlar kendini okumaya, kendini seyretmekle başlıyor. Kendini okumaya ise kayıp kız çocukluklarından. Böylesi bir bakış, okuyuşa benziyor bazen. Bir yüzü her şeyiyle seyretmek; o yüzün ruhuna dair bilinmeyenleri bakışın ritmiyle hece hece keşfetmek bir kitabı okumaya benziyor. Evet, anlamlı yüzleri seyretmek de, insanın kendi yüzünü seyretmesi de okumaya dahil. Okuyuşun bu keşif bakışına Roy Boyne ilginç bir katkıyı yapıyor. Boyne; Foucault ve Derrida’nın metinlerindeki derin sezdirimler için metnin dedektif gibi okunmasını söylüyor. Hayatın en iyi kitap olduğunu bilerek dedektif gibi okumalıyız onu da. Asla yüzeyde ve görünen anlamlarıyla yetinmeyerek. Çünkü bakış, okuyuş ve kendini okuyuş da zarifleştikçe zihin derinliğe, incelik bilgisine, idrak gücüne ve sentez kabiliyetine sahip oluyor.
Kadınların öz benliklerini keşfettikleri, ergenlik dönemlerine, orta yaş krizlerine, kimlik buhranlarına denk gelen ve etrafa tümüyle kayıtsız, aynada varlıklarını seyirlendikleri döneme -Lacan’ın Mirror Stage (Ayna Evresi) gibi- benzeyen bir kendilerini seyretme zamanları var. Keşfin bu incelik bilgisine kimi kadın yazarlar öyle numuneler sunuyor ki peşlerine düşüyoruz daha fazlası için. Düşelim o hâlde:
Viktorya dönemi 19. yüzyılın başlarında birkaç yaş arayla Yorkshire kırsalında bir papazın çocukları olarak doğan ve döneminin onulmaz hastalığı vereme karşı yaşamaya direnen Bronte kardeş (Charlotte, Emily, Anne) birbirinden bambaşka varoluşlar ortaya koyar. Yaşadıkları dönemde fazlasıyla hisseden Bronte’ler, kendilerine erkek isimleriyle mahlas seçip Viktorya Döneminde kadın varoluşunu kısıtlayan baskısına bir çözüm bulup “erkek mahlaslar”ın ardına saklanarak eserlerini yayımlarlar. Charlotte; Currer Bell, Emily; Ellis Bell, Anne ise Acton Bell ismini kullanır ilk kitaplarında. Anneleri genç yaşta veremden ölen Bronte’lerin; afyon hem de içki bağımlısı olan erkek kardeşleri Branwell’in ardından yazar kardeşlerden Anne de veremden vefat eder. Ailesinin çoğu ferdi verem yüzünden ölen Charlotte, kitabı Jane Eyre’de Jane’in gittiği yatılı okulda aralarında en sevdiği arkadaşı Helen de olmak üzere pek çok kız öğrencinin veremden ölmesi de otobiyografisiyle paraleldir. Tüm kardeşlerini 30’larına varmadan kaybeden Charlotte da doğumuna kısa bir süre kala kardeşleri gibi veremden hayatını kaybeder.
Charlotte Bronte, Jane Eyre’de kahramanı Jane’nın kız çocukluk bahçesine kendi yaşamına benzer şekilde bir yatılı okulda; Lowood Okulu’nda kurgular. Jane’nin tek dostu olan Helen Burns, Charlotte Bronte’nin kayıp kız çocukluk bahçesidir. Yazar Helen’li diyaloglarıyla iç bahçesini tasvir eder okura. Ve Helen’i ruhsal ışıltıya sahip güzellikle resmeder: “Sanki başkalarının uzun bir varoluş sırasında yaşadığı kadar çok şeyi çok kısa bir sürede yaşayabilmek için acele ediyordu.”
Dostu Helen’in ölüme günden güne gidişiyle Jane, Helen’in kaybı ve yarattığı boşluk duygusuyla Tanrı, Tanrı’yla konuşma ve iç sesini de keşfeder gibidir. Çünkü Helen, Jane’nin iç sesiyle konuştuğu tek kişidir. Kitapta Helen’nin ölüm tasviri Botticelli meleği gibidir: “Birkaç gün sonra şafakta kendi odasına dönen Bayan Temple’ın beni küçük çocuk yatağında yüzüm Helen Burn’ün omzuna dayalı ve kolum onun boynuna dolanmış bir halde bulduğunu öğrendim. Ben uyuyormuşum ve Helen… Ölmüş.” Bronte, kelimelerle çizdiği bu tabloya bir de özel bir iz bırakmıştır. Bronte, Helen’in mezarını şöyle tasvir eder: “Mezarı Brocklebridge Kilise’nin avlusundadır. Ölümünü izleyen on beş yıl boyunca mezarı, üstünü ot bürümüş bir tümsekten ibaretti ama şimdi başucunda üzerinde Helen’in adı ve “Resurgam” (Dirileceğim*) kazılı gri bir mermer mezar taşı yükseliyor.”
1759, İngiltere doğumlu Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi kitabını kuvvetle muhtemel ki okumuş Charlotte ve Bronte kardeşler feminist esinleri eserlerinde görünür kılarlar. Rousseau’nun aydınlanma dönemi ilkelerini halka öğretmek amacıyla kaleme aldığı cinsiyetçi Emile’i kitabını eleştirmek için yazan Wollstonecraft’tan, Charlotte Bronte’den bugüne kadınların zihinsel ve ruhsal olgunlaşmaları noktasında büyük merhaleler alındı. İlk dönem feminist hak taleplerinin bugün hemen hepsi elde edilmiş durumda. Kadınlar zayıf ve savunmasız değil artık. Mücadele eden, kendini besleyen, güçlü bir varlık imgesi olmalı artık. Bu yüzden kadınlar en önce kendisinin annesi olmalı. Tıpkı bir bebek gibi görüp öz benliğini, koşulsuzca sevmeli kendini. Ve yeni doğmuş bir bebek gibi korumalı her tehlikeden mevcudiyetini ve bir anne şefkatiyle, bilgelikle büyütmeli öz varlığını. Çünkü kadınlar olarak en çok kendimizin annesi olamıyoruz. Ve kendimizi doğuramadan, büyütemeden ölüyoruz.
Tam da bu yüzden dirilmeliyiz. Yaşadığı çağda, 19. Yüzyılda, veremden ölen, yoksul ve yatılı okuldaki bir kız çocuğunu mezar taşından yükselen bir bahar gibi yazan Bronte’ler gibi dirilmeliyiz. Kayıp kız çocukluk bahçemizde… Dirilmeliyiz. Dirilelim. Dirilmenin güzelliğine. * Nessi Gomes / All Related şarkısı eşlik edebilir bu yazıya.