Günümüz eğitim sisteminde bir öğrenimi başarıyla tamamlamanın simgesi hiç şüphesiz diploma. Osmanlı dönemi verilen icazetnameler de aynı şekilde belli bir alanda eğitimini tamamlayanlara verilen başarı belgesiydi. Bu da demek oluyor ki Osmanlı’daki icazetnameler, aslında eğitim sistemine rol model oldu. Fakat gel gör ki medrese eğitimi Osmanlı’nın yıkılışı ile bıçak gibi kesildi. Birçok ilim insani kendi kabuğuna çekildi.
İcazetnameler üzerine uzun yıllardır çalışmalarını sürdüren koleksiyoner Enver Beşinci’nin kalema aldığı ve Bulgaristan’da bulunan Medresetü'n-Nüvvâb’tan mezun olan bir kişiye ait olan icazetname üzerinden anlattığı gerçekler, Osmanlı’daki mektep ve medrese eğitiminin nasıl sekteye uğratıldığı gözler önüne seriyor.
Satır aralarında birbirinden önemli bilgiler veren Beşinci’nin yazısı adeta detaylarla yoğrulmuş. Bulgar devlet adamlarından Profesör Vilademir Hindalov, bu okul için "Mısır'daki el-Ezher dünya müslümanları için ne anlama geliyorsa, Medresetü'n-Nüvvâb mektebi de bu anlamdadır" diye Medresetü'n-Nüvvâb’ın Bulgaristan için özel ve müstesna olduğunun altını çizmiş. Öyle ki sadece Bulgaristan için değil, Müslüman coğrafyada yaşayan ilim insanları için de hayli önemli bir eğitim kurumu.
Fiili olarak 1920 yılında kapılarını tâlî ve âli olmak üzere iki bölümle eğitim hayatına açan Medresetü'n-Nüvvâb’inin kuruluş amacı müftü, naib, vaiz, hatip gibi ilim adamı yetiştirmek. 1947 yılına kadar da aralıksız olarak mezuniyet belgelerini “diploma” yerine klasik İslami dönem belgesi olan “icâzetnâme” şeklinde düzenlenmiş. “Bu müessesenin klasik İslami eğitim verdiği böyle bir dönemde, yeni kurulan Türkiye'deki cumhuriyet idaresinde mektep ve medreselerin kapatılmış, saltanatın kaldırılmış olması, üzerinde durulmaya değer bir konudur” diyen Beşinci, son devrin İslam alimlerinden Fıkıh ve Hadis Hocası Ahmet Davutoğlu’nun Bulgaristan'da açılan bu medreseden yetişmiş olduğu hatırlatarak hikayesini şöyle anlatıyor:
“1936'da bu mektebin Âli kısmında tahsil gören Davutoğlu Hoca, daha sonra aynı mektepte müderrislik ve müdürlük de yaptıktan sonra Türkiye lehine casusluk yaptığı gerekçesiyle Bulgaristan zindanlarına atılmıştır. Serbest kaldıktan sonra Mısır üzerinden Türkiye'ye göç eden Ahmet Davutoğlu, Beyazıt camiinde hocalık yapmış, Yüksek İslam Enstitüsünün kuruluşunda bulunmuş ve daha sonra aynı okulun müdürlüğü görevinde bulunmuştur.”
Medresetü'n-Nüvvâb ve icazetnameler hakkında yenisafak.com’a özel açıklamalar yapan Beşinci, bu medreselerin Türkiye’deki Hukuk Fakültelerinin temelini oluşturduğunu ifade etti.
Yazının aslında en önemli kısmı da burası. Çünkü o dönemin ilmiye sınıfının, yüksek tahsil görmüş ilim insanlarına bir saygı aslında. Öncelikle şunu unutmamak lazım, bu mektepler yani üniversiteler Türkiye’de bugünkü Hukuk Fakültelerinin karşılığıdır. Bugün Türkiye’de Hukuk Fakülteleri sağlıklı bir zemin üzerinde bulunuyorlarsa sebebi Abdülmecid döneminde tamamen Osmanlı coğrafyasında hakim kadı, müftü yetiştrme noktasında Süleymaniye Medreselerinden sonra kurulmuş en yüksek dereceli okullar olmasıdır. İlk adlandırma olarak da Muallimhane-i Nüvvab diye başlıyorlar. Yani fıkıh, hukuk alanında ihtisaslaşmış mektep bunlar. Normalde Süleymaniye’de zaten bu tarz tahsis yapılıyordu. Ancak Tanzimat’tan sonra II. Meşrutiyet ile Osmanlı’yı batıcı bir anlayışa mahkum etmek isteyen anlayış, bu mektepler üzerinde de büyük oyunlar oynamıştır. Osmanlı’nın aslında hukuki zenginliğini zayıflatarak uluslararası alanda da zayıf kalma yoluna gtimişlerdir alttan alta. Böylece de medreselerin yetersiz gözükmesini sağladılar. Böylece halkın medreseye olan ilgisini de azaltmış oldular...
Tabii şu detayın da altı çizilmelidir. Fıkıh, hukuk Osmanı’nın önemli bir sac ayağıdır. Çünkü fıkıh, ilimlerin başıdır. Fıkıh ilmi içinde hayatın her zerresini barındıran bir alandır. O nedenle bu mektepler Bulgaristan’da, Makedonya’da, Yugoslavya’da, bugün Bosna Hersek’te, Osmanlı coğrafyasının birçok alanında halkın günlük ihtiyaçlarını anbean karşılayan, yerine göre kaymakamlık yapan, yerine göre bugünkü noterlik hizmeti veren, yerine göre halkın sorunlarını dinleyen belediye başkanları gibi vazifeler görmüşlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti son yıllarda nasıl TİKA vasıtasıyla, Osmanlı’nın dünyada ayak bastığı her yerdeki tarihi eserleri restore ederken aynı zamanda o anlayışla beraber ilmi hayatı da ayağa kaldırma gayreti içerisinde. Bu vesileyle Bulgaristan’da 1960’lara kadar süren aynı çizgideki Nüvvâb, ondan sonra Türkiye’deki özel sektörün, STK’ların ve orada okumuş hocarın da katkısıyla günümüzdeki İmam Hatipler ve Yüksek İslam Enstitüsü olarak varlıklarını sürdürdüler. Hatta Bulgaristan’daki Müslümanların baş müftüleri de bu okuldan yetiştiler. Halen de böyledir. Orada Divan-i Ali diye yüksek br mahkeme vardır. Müslümanların kendi içlerindeki anlaşmazlıklarını çözümledikleri mahkeme. Bıunlar baş müftülerini, bölge din adamlarını, bölge müftülerini yine bu okullardan alınan eğitimle yetiştirirler ve seçerler. Orada seçim usülü Osmanlı’dan kalmış haliyle devam ediyor. Dolayısıyla bu okulların adlandırılmaları değişmiş olarak bugün Bulgaristan’da varlığını sürdürüyor. Hala dini hayatı mayalamayı gerçekleştiriyorlar. Bizim ceddimizin, büyük dedelerimizin bereketi hala birçok bölgede hakim. Aslında ilmin insanı, toplumu bir zırh gibi koruyan mekanizma olarak hala birçok bölgede varlığını sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Osmanlı’dan sonra yapılan birçok inkılap maalesef birçok köklü kurumumuzun varlığını sürdüremez hale getirdiler. Fakat burada en çok altı çizilmesi gereken konu, en büyük yoksulluğu harf inkılabı olarak görmek lazım. Çünkü harf inkılabı, bizim çok büyük bir hazinemezi yıktı. Geçmişle geleceğimizin bağı kopdu, zengin bir dile sahipken bir anda "okur yazar"lık belgesi alan "cahiller topluluğu" olduk. Bugün Medresetü'n-Nüvvâb’taki geçmiş Osmanlı müfredatını okuyamıyoruz. Latin harflerine geçtikten sonra geçmiş ilim hazinemi nasıl elde edebilirim ki. Bugün İstanbul Üniversiesi’nin nadir eserler kütüphanesi Beyazıt’ta çok muhteşem bir binadır. O bina Medresetü'l-Kudât olarak yani Medresetü'n-Nüvvâb’ın devamı olarak Cumhuriyet öncesinde çok yüksek dereceli okul olarak varlığını sürdürüyordu. Ancak o bugün Hukuk Fakültesi olarak Türkiye’de hangi aşamadaysa başarıyı o şekilde görmek lazım. Bir eğitimci olmadığım için bu soruya ceva vererek saygısızlık etmiş olurum. Ancak bugün Yüksek Öğretim Kurumu ve Milli Eğitim Bakanlığı ile birçok özel vakfın çok eski ilmiye sınıfını canlandırmak için belli bir alanda ihtisaslaşmayı öngören bir eğitim modeli üzerinden Türkiye Cumhuriyeti şu anda çalışıyor. Hakkaniyet açısından bunu söylemk zorundayım.