
Her tat kendi mevsiminin yanı sıra hayatın belirli bir anının kapısını da aralar. Bu defa yaz mevsiminin sıcak günlerinde tadına ve neşesine sığındığımız meyve ve sebzelerin izini sürdük ve her yazardan yaz meyve ya da sebzesinden birer anı yazmasını istedik. İşte yaz mevsimlerinden kalemin ucuna düşen yazılar...
Yaz, çocukluğumuzdan belleğimize sızan tatların, kokuların ve renklerin mevsimidir. Kimi zaman kirazın sapında atılan küçücük bir düğüm, kimi zaman karpuzun çatlayan kabuğundan yükselen ferah bir ses, kimi zaman da semizotunun serin toprağı hatırlatan hafif ekşimsi tadı, bizi bir yaz gününe geri götürür. Her tat, kendi mevsiminin yanı sıra hayatın belirli bir anının kapısını da aralar. Yaz tatillerinde mutfağın gölgesinde geçen uzun öğle vakitleri vardır; annemizin yanında, kimi zaman fasulyenin ucunu ayıklarken, kimi zaman taze salatalığın kabuğunu soyarak, kimi zaman da karpuz dilimlerini yavaş yavaş yediğimiz... O günlerde mevsimin bereketini getiren domatesi, kirazı, vişneyi, şeftaliyi, semizotunu ve daha nicelerini yakından tanırdık. Belki de bu yüzden yaz meyve ve sebzeleri, hafızamızda diğer mevsimlerin lezzetlerinden daha kalıcıdır. Onlar, coğrafyanın, iklimin, kültürün ve kişisel tarihlerimizin sessiz tanıklarıdır; mevsim döngüsünün dili, çocukluk sofralarının hafızası, yitip giden yaz akşamlarının saklı anahtarlarıdır. Edebiyat ise bu tanıklığı hatırlamanın ve aktarmanın en zarif yollarından biridir.
İşte bu dosyada, yazın bereketini ve hafızadaki yerini, her biri kendi üslubuyla yorumlayan yazarların metinleri bir araya geliyor. İlerleyen sayfalarda Suavi Kemal Yazgıç’ın karpuz, Fatih Baha Aydın’ın salatalık, Erhan Genç’in kiraz, Zeynep Merdan’ın vişne, Gökçe Özder’in domates, Hüseyin Kılıç’ın semizotu, Merve Sevda Selvi’nin şeftali, A. Yalın Karadağ’ın yaban mersini, Merve Akbaş’ın çilek güzellemeleriyle, Selçuk Karakılıç’ın kaleminden Refik Hâlid’in meyve-sebze zevklerini okuyacaksınız. Her biri, kendi tat dünyasından taşıdığı bir izlenimle, bizim hafızamızda derin bir iz bırakacak.

Aşıkların meyvesi kiraz
Kiraz deyince aklıma Bursa/Çekirge’deki dedemin kiraz ağacı gelir. Çekirge’nin son bahçeli evidir dedeminki. Mutfağına dar bir koridordan geçilip gidilen bu evin demir kapısından girdiniz mi dışarıdan tahmin edemeyeceğiniz bir bahçeye uğrarsınız ilkin. Şehrin kalabalığından azade, adeta bir cennet köşesi.
Neler yoktu ki burada? Trabzon hurmasından incire, şebboylardan menekşelere, tavuklardan ördeklere, duttan tabii ki kiraza kadar birçok farklı güzelliği bünyesinde barındıran bu bahçe, çocukluğumun bahçesidir bir anlamda.
Dedem, çocuk aklımızla göklere uzandığını düşündüğümüz o upuzun merdivenini çıkardığında anlardık ki kirazlar olmuş. O güne kadar kirazların olup olmadığını yakinen takip eden bizler ise anneannem “Aman çocuklar da toplasın, ne var.” diye ünlese de pek dokunamazdık o pembeden kırmızıya dönen tanelere. Hem kiraz ağacı çok uzundu ve dalları evin çatısına denk geliyordu, hem de dedem, “Kiraza, olmadan dokunulmaz.” derdi. Kirazların olduğuna kanaat getirdiğinde ise hasır bir sepetle yavaş yavaş çıkardı o merdivenin basamaklarını. Kirazı öyle bir toplayışı vardı ki sanırsın sarraflar vitrine ziynet eşyalarını diziyor.
Hasır sepet ağzına kadar kirazla dolu bir hâlde aşağı inince başlardı bizim şenliğimiz. Kirazları toplamamıza izin vermeyen dedem biz onları yemeye koyulduğumuzda kenara çekilir bizi izlerdi. Bazen birimiz kirazlardan birini ısırıp da karşımızda beklenmeyen bir misafir gördüğümüzde ise “Kiraz öyle yenmez, bir seferde atacaksın ağzına.” der, hatta uygulamalı olarak gösterirdi.
Kiraza tutkunluğum o günlerden kalmadır benim. Ne zaman kiraz mevsimi gelse, ne zaman pazar tezgâhlarında kiraz görünmeye başlasa hemen gider en iyisinden biraz alır, çocukların önüne koyarım. Tıpkı dedem gibi, onların kirazı büyük bir iştahla yiyişini izlerim doya doya. Kirazı ısırarak yediklerinde ise hemen ikili bir kirazı ağzıma atıp yapıştırırım dedemin lafını. “Kiraz öyle yenmez, tek seferde atacaksınız ağzınıza.”
Sonra o ev satıldı tabii. Kiraz da kalmadı, dut da, Trabzon hurması da. Sonuna kadar direndi ama dedem. Muhitte müteahhite verilmedik tek ev, bizimki kalana dek. O evle birlikte çocukluğum, hatıralarımız ve bahçede tavuk kovaladığımız günler de verildi müteahhite. Hâlâ Bursa’ya gittiğimde bir pundunu denk getirip o sokağa gider, sokağın başından çocukluğuma ve çokça kiraz ağacına bakar gibi olurum.
Kiraz, duruşuyla diğer meyvelerden hemen ayrılır kanımca. Kiraz sevdalıları da öyle erik ve çilek hayranları gibi değildir. Erik ve çilek gibi turfanda düşmediği için tezgâha kiraz, kiraz sevdalısı olmak bir bakıma sabır taşının değirmeninde öğütülmek demektir. Kirazı beklerken başın hep havalarda olur bir müddet. Ara sıra göz göze gelinir o gittikçe irileşen, irileşirken de kızarıklığı günden güne artan kiraz taneleriyle. Kiraz sevdalıları, aşkın tadına çok erken yaşlarda varmışlardır. Aşkın biraz da beklemek olduğunu, doğru zamanı kolladığını, ona gözü gibi bakmak anlamına geldiğini yakinen bilir onlar. Bu sebeple nerede bir kiraz sevdalısı gördüyseniz, onun biraz da yaşından büyük bir olgunluk gösterdiğini de fark edersiniz. Çünkü onlar, kirazın rahle-i tedrisinden geçmişlerdir zamanında. Bir kiraz sevdalısına çok rahat güvenebilir, ona bir şeyinizi, gözünüz arkada kalmadan emanet edebilirsiniz.
Sonra kiraz, karpuz gibi de değildir. Hemen ve bol miktarda ferahlık vermez, verdiği ferahlık ise çok uzun sürmez. Biraz nazlıdır diyebiliriz, kiraz için. Kendini ağırdan sattığı yetmiyormuş gibi verdiği tatla da yetinilmesini bekler. Bunların da bir kiraz sevdalısına nasıl hayat dersleri verdiğini varın siz düşünün.
Bir yüreğe aşk odu düştü mü, gezerken dolaşırken, yemek yerken, iş yaparken her an maşukunu düşünür. Adeta onunla yatıp kalkar. Gece yastığa kafasını koyduğunda gözleri tavana dikince başlar maşukunun her hâlini kendince tasvire. İşte tam da burada devreye girer kiraz. Bütün aşıkları yakan odsa, bütün maşukların dudakları da kirazdır bir başka deyişle. İşler ilerleyip kavuşmalar kirazın dalları bastığı günlere denk geldiğinde ise mutlaka bir çift kiraz takılır yârin kulağının arkasına, küpe olarak. Kiraz, aşıkların meyvesidir anlayacağınız.
Kirazın duruşu, görünüşü ve yemesi şöyle dursun, ağacı ve açtığında çiçekleri de şu dünyanın en güzel nimetlerinden sayılabilir. Hele ki o dalları tomurcuk tomurcuk çiçekler sardı mı olağanüstü güzellikte bir gelinlik peyda oluverir bulunduğu yerde. Öyle bir gelinlik ki ne ağır bir şatafata maruz kalmıştır ne de sadeliğin solukluğu bulunur onda. Güzelliğinin de farkındadır adeta, etrafından geçenlerin dönüp tekrar tekrar bakmalarına aldırmaz, alışkındır.
Mevsiminde misafirliğe gidilecekse Ege’nin o iri kirazlarından bir kutu alıp götürmek baklava götürmekle eşdeğerdir bana sorarsanız. Yahut bir hasta ziyareti kiraz mevsimine denk gelmişse hakeza. Elinizde baklava ile gittiğiniz misafirliklerde unutulabilirsiniz fakat kiraz götürdüğünüz ev sahipleri sizi kolay kolay unutmazlar. Bakmayın siz, kahvenin adı çıkmış, üzerinden uzun zaman geçse bile filanca sene bize gelen feşmekanların getirdiği kiraz neydi öyle, diye dilden dile anlatılmanız işten bile değildir.
Bu sene kirazı, haber bültenleri dışında pek göremedik maalesef. Yaz başı tezgâhlara, sofralara, pazar poşetlerine bir uğrar gibi oldu, sonra onu tutabilene aşk olsun. Instagram storylerini bile teğet geçti diyebiliriz. Borsa hissesi gibi hep tavan gitti mübarek. Yatırımcısını güldürdü fakat sevenini ve sevdalılarını üzdüğü bir sezonu geride bırakıyoruz. Önümüzdeki sene heyecanla bekleyeceğiz seni ey aşıkların meyvesi, çok bekletme. Gerekirse bekleriz, biz senin öğrettiğin sabrın müdavimleriyiz ama sen gelmemezlik yapma ne olur. Geldiğindeyse el yakmazsan pek seviniriz, zira iş bu yazıda olduğu gibi, çenemize, elimize, klavyemize vuruyor.
Şeftaliyi mevsimsiz kıl Tanrım!
İlerde bir şeftali baharı var, bu dünyanın ötesinde…
Çin Atasözü
Buyurun bahçeme.
Parlak yeşil yapraklı dalların arasından yüzüme parçalı vuruyor güneş, sıcacık, değdiği yeri tatlı tatlı yakıyor. Koparılmamış şeftalilerde de birikiyor güneş, hissediyorum. Havada hafif tatlı bir koku asılı, topraktan kavruk bir yaz yükseliyor. “Hele bir kerrecik daha yalınayak yere değsin içimdeki çocuk...”
Çıkarın ayakkabılarınızı.
Yumuşak toprak gevşekçe ufalanıyor ayaklarımın altında. Adımladıkça parmaklarımın arasına ince bir ısrarla giriyor: küçük çakıllar, minik kuru dal parçaları, incecik kum… Yapraklarla, dallarla gölgelenmiş birkaç yamaya ayağım değince toprağın serinliği tabanlarımdan gövdeme yayılıyor. Bir şeftalinin çekirdeğine dişimin değdiğini düşlüyorum, beni ürpertiyor. Dinleyiniz hikâyemi.
İnsanlık tarihinden de eski olduğu tahmin edilir güneşin öptüğü, rüzgârın okşadığı şeftalinin tarihinin. Çin’de ve Japonya’da bilinir ki şeftali çiçeğinin açmasıyla bahar gelir, gençlik serpilir. Batı diyarlarında baharın müjdesi kiraz çiçeğinin narin fısıltısıyla gelirken Doğu’nun kadim bahçelerinde bambaşka bir büyü hüküm sürer: Orada şeftali çiçeği açar; her tomurcukta gençliğin iksiri, her yaprakta rahmin sırrı gizlidir. Rüzgârla savrulan pembe yapraklar göğün altın perdesine yazılmış doğurganlık duaları gibidir. Onlar açtığında toprağın kalbi atmaya başlar, eski çağların şarkısı yankılanır vadilerde.
Göğün ve yerin kudretiyle kutsanmış şeftaliyi evinin eşiğine diken, kötü ruhları uzak tutar; yıldırımlar ağacın gölgesine yaklaşamaz. Gövdesinden alınan her bir odun parçası, sihrin kendisine dönüşür; bilge ellerde bir asa, büyücülerin dilinde bir tılsım olur. Kadim Çin’in sisli dağlarının ötesinde anlatılan bir efsane vardır: göksel tahtında oturan Tanrıça Xi Wang Mu, göğe en yakın vadide bir bahçe yetiştirirdi: Ölümsüzlük Bahçesi. Orada büyüyen şeftaliler, sıradan meyveler değil, ebediyetin mühürlenmiş meyvesiydi. Her biri tam üç bin yılda bir olgunlaşır, yalnızca seçilmiş ruhlara görünürdü. Bu şeftalileri tadan zamana meydan okur, ölümlülüğü arkasında bırakırdı. Ve o bahçede, efsanelere bile fısıltıyla geçen bir ağaç vardı: Ling Yüan. Bu ağaç bir gövdeden doğmuş, iki farklı âleme uzanan iki dal vermişti. Biri sabah güneşine, diğeri gece ayına meyve sunardı. Efsaneye göre bu mucizevi ağaca bin bahçıvan hizmet ederdi; her biri bir ömrü sadece bir dalın gölgesinde geçirmekle yazgılıydı.
Rivayet olunur ki göğün altın sofrasından düşen ilk armağan şeftali, Tanrı’nın sofrasındandı; ölümlülerin kaderine değen bir lütuf, zamanın kalbine bırakılmış tatlı bir mühürdü. Nehirlerin doğduğu o ilk şafakta, Tanrı gümüşten bir tabakla inerdi yeryüzüne, gümüş tabakta yalnızca bir şey vardı: şeftali -pembesiyle alaca şafağı, kokusuyla sonsuzluğu fısıldayan, zamanı yumuşatan kutsal meyve-:
“Tanrılar, nehir kıyısında gümüş bir tabakta şeftali sunar;
Sonsuzluğa uzanan bir şanstır bu.”
Bazı meyveler, yalnızca Tanrı’nın kendi sofrasından ikramıdır insanlara.
Tanrı’nın sofrasından inince insanın sofrasına şeftali, henüz gök ile yerin kavgası dinmemişken bozkırın çocukları dağların ardındaki ejderha ülkesine yani Çin’e yürürlerdi. Bu yürüyüş bazen kılıçla bazen ipekle olurdu. Tanrı Dağları’nın gölgesinde yaşayan şamanlar, uzak doğunun sisli vadilerinden gelen bir ağaçtan söz ederdi. Derler ki Çin saraylarında beyaz ipek üzerine işlenen şeftali çiçekleri açtığında, bozkırın savaşçıları o yılın vergi anlaşmasına çağrılırdı; zaman şeftali çiçeğiyle ölçülürdü.
Gün döndü gün oldu şamanlar bu çiçeğe “yaşamın eşiği” dedi. Çünkü onun açtığı sabah göğün kapıları aralanır, ataların ruhları yeryüzüne yaklaşırdı. Şeftali ağacının altında yakaran yalnız sesini değil, kaderini de göğe yükseltirdi. Ve Türkler göç yollarına yalnızca çadırlarını, atlarını ya da çocuklarını değil, rüyalarını da yükleyerek rüzgârın yönüne, yıldızların diline kulak vererek yürürlerdi ki yürüdükleri yere heybelerinde, kılıçlarının ucunda, yakarışlarında, türkülerinde, dillerinde taşımışlar şeftaliyi. Divânu Lugâti’t Türk’te tülüğ erük (tüylü erik) diye anılan şeftali; reçeli, tatlısı, çevirmesi, şurubu, kurusu, hoşafı ile Türk’ün sofrasında almış yerini. Vaktiyle baş tacı olan Bursa hulusu, güneşin öptüğü yamaçlarda altın bir nur gibi yetişirken Aydın diyarında boy veren Frenk şeftalisi başka bir kaderin meyvesiydi. Rivayet olunur ki 19. yüzyılın sisli sabahlarında, batı rüzgârlarının taşıdığı tohumlarla doğmuş bu şeftali, Mahmud Nedim’in kelâmıyla “kabuğu sert, rayihasız”dı. Oysa yalnız damağa değil, hafızaya da değerdi Bursa hulusu. Kokusuyla hatıraları uyandırır: bir yaz öğlesini, bir çocuk gülüşünü, bir ilk aşkı getirirdi akla… Mehmet Nedim bin Tosun’un tarifiyle şöyle kaydolundu şeftali tatlısı:
Şeftali Tatlısı
Şeftalinin gayetle kemâle gelmişlerinden beş on tanesini ezip ve sıkılıp usaresi çıktıkça diğer bir sıcak su ilâve ederek o lüzûciyyet kıvâmı su hâline getirilmeli. Ateşte kaynamaya başladıkta mikdâr-ı kifaye şeker ve tarçın ve birkaç da karanfil atılıp bu esnâ’da az limon sıkılarak şekeri de kestirilir. Şeker kestirildikte tencerenin ateşten hemen ineceğine yakın çekirdekleri bi’t-takrîb çıkarılmış ne ham ve ne de kemalli beş on şeftaliyi mezkûr tencereye atıp kapağını kapatıp sıcak kül üstüne indirmeli. Bir çeyrek bir zaman mürûrunda tencere bir tabağa boşaltılır. Ve içinde kaynamış karanfiller ikişer ikişer şeftalilere batırılır ve tarçın parçaları da çıkarıldıktan sonra beher şeftalinin evvelce çekirdekleri çıkarıldığında husûle gelen aralıklara mustatil şeklinde (dört köşe gibi) dilim dilim kaymak sokulur. Ve bir vaziyet-i mahsûsa aldırdıktan sonra soğutulup tenâvül olsun. Pek nefis ve latif olur. Fakat kayış gibi bir nev Frenk şeftalisi vardır ki ondan intihâb olunmamasına dikkat olunmalıdır.”
Öyle ki İsfahan’dan getirildiği rivayet olunan Bursa’nın iri ve sulu şeftalisi; Brusa hulusu, hülü, kızmemesi, hevli, hûh, kıllı yumak, şeftalu, tüylü tombalak, sarı papa gibi çeşitli isimlerle anıldı. İsimlerden fazlası kaldı hafızalarda. Ne zaman bir ağaçta olgunlaşsa güneşin özlemiyle kızarır; ne zaman bir âşık onu dudağına götürse eski bir hikâye yeniden can bulurdu. Kâh sevgilinin yanağı kâh döşü bağrı kâh teni…
Ve bir gece hilâl hançer gibi göğü yırtarken sen rüyanda bir bahçeye düştün.
Tanrı’nın sofrasında senin için de şeftaliler var.
Bil ki çağrılmaktasın.
Refik Hâlid’in meyve zevki
REFİK HÂLİD KARAY, “Şeftali Bahçeleri” isimli nefis hikâyesinde, Anadolu’nun izbe bir kasabasına atanan Avrupa görmüş, idealist Agâh Efendi’nin mutasarrıf başta olmak üzere kasabada görevli yüksek memur sınıfının zevk ve safa âlemi karşısındaki şaşkınlığını anlatmadan önce gösterişli şeftali bahçelerinin muazzam bir tasvirini çizer:
“Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca, göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer, kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyvaları pişirirken, rutubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır, çayırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, gölgelik ve bereket içinde bahar, bu bahçelerde tâ kışa kadar uzanıp giderdi.
Her tarafa taşkın bir şeftali kokusunun dolup sindiği durgun sıcak günlerde işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine, yatanların üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökülürdü. Toplamakla biter tükenir şey değildi; ürünün yarısı ağaçlarda kalır, böyle, pişip oldukça teker teker, ağır ağır toprağa düşer, karışır, kaybolurdu.”
İttihat ve Terakki Fırkası’nın üst yönetimiyle yıldızı barışmayınca soluğu İstanbul’dan uzakta sürgün yaşamak mecburiyetinde kalan Refik Hâlid, İmparatorluk Türkiye’sinin cihanşümul bir çete tarafından kuşatıldığı yıllarda, Anadolu’da görevli memurların suya sabuna dokunmadan kaygısız yaşayışlarını, tembelliklerini, zevk ve eğlenceye düşkünlüklerini Şeftali Bahçeleri’nde realist çizgilerle tenkit eder. On yıllar sonra yazdığı bir yazıda, bazı eski okuyucuları gibi kendisinin de şeftali mevsiminde manav dükkânlarına, satıcı arabalarına, önündeki meyve tabağına baktıkça hikâyeyi hatırladığını söyledikten sonra şöyle devam eder: “Ne mübarek meyvedir o! Hele olgunu ve yarma cinsi… Kalemim ismini yazarken bile damağıma tadı ve kokusu yayılıyor, ağzım sulanıyor. Hiçbir meyveyi hatırlayış bu derece imrendirici, keskin ve fizyolojik tesirli olamaz sanıyorum!..
Aslına bakılırsa, Refik Halid’in edebiyatımızın iştahlı bir mutfak sanatkarı olduğu, yemek yemeyi sevdiği kadar yapmasından da hoşlandığını yazdıklarından ve kendisiyle yapılan röportajlardan okuyoruz. Üstelik meyvelere düşkünlüğünü bu hikâyeden öğreniyoruz.
Edebiyatımızın iştahlısı Refik Hâlid, mutfağı sanata dönüştüren ve mükellef sofrada zevkle yemek yiyebilen bir yazardır; onun sofra, yemek ve meyve zevkini anlatmak başlı başına bir yazının konusudur. Oğuz Özdeş’in Hafta için hazırladığı röportaj serisinde Refik Halid, bir akşam sofrasından sonra kendine geldiğini ve en esprili sözlerini yine akşam yemeği masasında bulup sarf ettiğini söyledikten sonra, “Bu zevki doğrusu hiçbir şeye değişmem” der.
Zengin ve seçkin bir mutfak kültürüne, üstelik sofra zevkine sahip Refik Hâlid obur ve pisboğaz bir yemek düşkünü değil, aksine yemeği sanata dönüştüren zevk-i selim sahibi biriydi. Hatta meyvelere karşı özel bir ilgisi vardı ve özellikle yaz aylarında, “manav dükkânlarının seyrine doyulmaz güzel manzarasının İstanbul’un sayılı keyiflerinden biri olduğunu” söylemekten geri kalmazdı. Gül mevsimi, bülbül mevsimi, çayır ve çimen mevsimi geçti amma yemiş mevsimi geldi diyen Refik Hâlid’e göre, “Dünyada tabiat güzellikleri pek çoktu, fakat hiçbiri yemiş kadar beş hissimize birden tesir edemezdi. Meselâ çiçek yalnız rengi, şekli ve kokusuyla hoşumuza gider, lâkin midemiz üzerinde doğrudan doğruya tesir yapamazdı. Zerzevata gelince ancak midemizle ilgilidir, azıcık da renkleriyle…” Bunların damakta zevk uyandırması için ateşe konması yahut yağdan geçmesinin lâzım geldiğini yazan Refik Hâlid, “Halbuki yemiş olduğu gibi bir gıdadır; gıdaların en vitaminlisi ve ekleme maddelere ihtiyaç göstermediğinden en hazırı, en kolay, en temizi ve zahmetsizidir. Rayiha ve renk itibariyle çiçeklere de meydan okuyabilir. Hele bir kayısı, bir bardak eriği, bir şeftali nedir? En güzel çiçeklerin kokusuyla boy ölçüşebildikten sonra başka renk bakımından da çoğunu mat edebilirler. İkiye ayrılmış bir karpuzu, süslü tabağa yatırarak en zarif bir çiçek demeti gibi salona koyup manzarasıyla ve rayihasıyla saatlerce avunmak, zevk almak yerinde bir iştir, sanırım. Ya nar? Seyrine doyulur mu? İşte yemiş böyledir: Yenir, koklanır, seyredilir, kuvvet alınır, sıhhat ve şifa kaynağıdır” der.
“Meyva Salonları” başlıklı dikkat çekici bir yazısında, canımız istediği zaman pastacıya, dondurmacıya, muhallebiciye, mezeciye girip de bir şeyler yiyebildiğimizi, ancak bir manav dükkânında masa ve tabak bulup birkaç şeftali, dört beş armut, karpuz ve kavun gibi güzelim yemişlerle ağzımızı tatlandırmak imkânının neden olmadığını soran Refik Halid’e göre, niçin yemiş yenilen tertemiz dükkânlar yoktur ve yemişi ille evde yahut lokantada mı yemek lâzımdır? Çok defa yolda rastladığımız meyvelere imrendiğimizi, fakat yutkunmakla kaldığımızı, üstelik eve gidinceye kadar yutkuna yutkuna rayihasını duyup çilesini çeke çeke hamallığını yaptığımızı keyifsizce anlatan Refik Hâlid’in şu cümleleri iştah kabartan cinstendir:
“Halbuki buz dolaplarında saklanmış, üzerine buz kırıntıları saçılmış meyve tabağının çatalı bıçağıyla masamıza kadar getirildiği bir dükkân, bir meyve salonu olsa, böyle bir yenilik yapılsa girmek istemez misiniz? Artık meyvelarin ancak yemek üstüne yenilmesi kaidesi kalmamıştır, asrımızda vitamin ve meyve kürü rağbettedir; meyveli dondurma yenilip şıra ve şerbet içildikten sonra meyveyi de yemek mahzurlu değil, muhakkak ki faydalı ve zevklidir. Kaç kere ikindi üstü Cağaloğlu Yokuşu’ndan çıkarken köşe başına konmuş şeftali ve armut küfelerine bakakalmışımdır; incirlerin cazibesine kapılmışımdır; bardak eriklerinde gözüm kalmıştır, fakat bu yerden kendimi zorla koparıp matbaaya sürüklemişimdir.”
Türkçenin benzersiz üslup sahibi Refik Hâlid, meyveyi sadece iştah kabartan tadıyla, kokusuyla değil, onu aynı zamanda ileri bir memleket verimi telakki etmektedir. Hayatı sanatla bütünleştirerek yaşadığı her ayrıntıyı ve ait olduğu medeniyetin her verimine estetik bir zevk ve güçlü bir duyarlıkla yaklaşan Refik Hâlid şu cümlesi onun hayata bakışını anlamamız açısından önemlidir: “Tarih boyunca çiçek ve yemiş –sanat ve edebiyat gibi- ileri memleket verimlerinden sayılır. Yemişine ve çiçeğine bakarak onları en iyi şekilde yetiştiren milletin medeniyet ve zevk seviyesini ölçmek mümkündür.”
Çağla bademinden Malta eriğine, üzümden kiraza, şeftaliden armuda, Osmanlı veya İstanbul çileğinden greyfurta, portakaldan mandalinaya, Engürü armudundan kestaneye kadar çeşit çeşit meyveyi çocuk gibi seven ve zevkle yediği gibi manav dükkânlarındaki gösterişli tezgâhları da seyretmekten keyif alan Refik Hâlid olağanüstü bir meyve müptelasıdır. “Etten Faydalı, Ekmek Kadar Lüzumlu” yazısı, bugünümüzü anlatması bakımından ilginçtir:
“Bütün bunlardan dolayıdır ki, hiçbir dükkân, manavınki kadar keyifle, lezzetle seyre lâyık değildir. Tam seyir zamanındayız, yaz ortasındayız. Fakat etiket bu zevke zehir katmasa! Kederle görüyoruz ki, alakalı makamlar yemiş işini oluruna bağlamışlar, vurguncu elinde bırakmışlardır. Halkı pahalılık ve insafsızca kâr yüzünden yemişe hasret çektirmemek için mümkün olan acele tedbirleri almak, yalnız vurgunculukla mücadele işi değildir; bir sıhhat ve İstanbul ahalisine hizmet meselesidir. Adam sen de, yemiş değil mi? Olsa da olur, olmasa da!” denilecek zamanda ve rejimde bulunmuyoruz; biliyoruz ki yemiş, etten faydalı, ekmek kadar lüzumludur; bir iaşe maddesidir.”

Karpuz üzerine
Herkes karpuz sever. Yaz mevsimin güzelliğidir karpuz. O sıcak havalarda insanın bir şey yiyecek dermanı kalmaz ve karpuz can simidi gibi çıkagelir. Hem enerji verir hem serinletir hem de susuzluğu giderir. Yanında peynir ve ekmek de oldu mu, üçüncü gıdaya ihtiyaç bırakmaz karpuz.Yaz öğünün serin ve sulu kurtarıcısıdır. Karpuz seçmek yazın en övünülen ve övünülesi marifetleri arasında yer alır. Kimi çizgilerine bakar, kimi tokatlayıp çıkan sese mana verir. Bazıları sapının koptuğu yerinde kalan küçük lekeye bakarak öngörüde bulunur.
Arkeolojik bulgular, Libya’da beş bin yıllık yerleşim yerlerinde ve Kral Tutankhamun’un mezarı da dahil olmak üzere dört bin yıldan eski Mısır mezarlarında karpuz çekirdekleri ve resimleri bulunduğunu söylüyor. Eski Yunan’da Hipokrat ve Dioskorides gibi hekimler, karpuzun idrar söktürücü özelliğinden dolayı ve sıcak çarpması geçiren çocukların başlarına soğuk, ıslak kabuklarının konulmasını tavsiye ettiler. O zamanlar karpuz, şimdikinden küçük ve acıymış. Ancak o zamanlar bile su deposuymuş karpuz ve nesiller boyu ıslah edilerek bugünkü tatlı karpuza kavuşmuşuz. Nitekim her konuda bir aforizması bulunan Yazar Mark Twain’a karpuzun tadına bakmaya “meleklerin ne yediğini bilmektir” dedirten de tam da bu lezzetti.
Kâşgarlı Mahmud’un “Divanü Lügati’t Türk” adlı eserinde “büken” olarak bahsedilir karpuz. Büyüklüğü sebebiyle tek kişilik sofralara uygun olmayan karpuz, sosyalleşmeye çağrıdır adeta ve “Karpuz kestim yiyen yok.” türküsü de bu ilhamla yazılmıştır. Merak eden Şaban Abak okuyabilir. O bu türkünün kitabını yazmış bir abimizdir ne de olsa. Bedri Rahmi Eyüpoğlu da “Bu karpuz/çok kırmızı/bölüşmek şart” diyiverir bir şiirinde. Baudelaire bir şiirinde karpuzu sevdiğinin öpücüğüne benzetir: “Lesbos,sende, şen ya da hüzünlü öpücükler/ Güneşler gibi sıcak, karpuzlar gibi serin.”
Rahmetli Ahmet Uluçay’ın o enfes filmi “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ı unutmuş değilim elbette. Sinema sevgisinin en olmadık topraktan filizlendiği bir hikâyede karpuz kabuğundan donanma bile kurulur. Denize düşmeden yüzmenin uygun olmadığı karpuz kabuğu hayallerin gerçekleşmesinin bir sembolü olur Ahmet Uluçay’da.
Sarı Saltık kendisini öldürmek isteyen Prensin adamlarından kaçarken, üzerine bıçak saplı bir karpuzu mağaranın tavanına fırlatmış ve karpuz oraya yapışıp kalmıştır. Bıçak ve karpuzu bir de Güney Amerikalı şair Neruda bir araya getirir ve “Neden güler ki karpuz ansızın/bağrına saplanınca bir bıçak? diye soruverir. Bir başka soru da İsmet Özel’e aittir. “Neden karpuz sergilerinde lüküs yanar?” Rüyada karpuz görmek kimi yörelerde şifaya kimi yörelerde berekete yorulur. Her yerde hayra yorulur hasılı kelam. Uyanıkken de uykuda da karpuz görmek bir tebessüm vesilesidir.

Vişnenin şahsiyeti
“Bazen ölmek istiyorum
Beni yeniden doğurman için
İri, ekşi bir vişne tanesi gibi”
Didem Madak
Meyvelerin de şahsiyeti vardır. Mesela vişne… Bir kadın olsaydı, “Şarkılar Seni Söyler” şarkısının “huysuz ve tatlı kadın”ı olurdu. Biraz huysuz, biraz tatlı. Biraz mayhoş daha çok meftun eden. Rengi inatçı. Ne kırmızı kadar canlı kanlı ne mor kadar melankolik ne de siyah gibi kasvetli. Hepsi bir arada muhteşem tezatlar içinde bir ahenk ama bir kararlılığı var ve sessiz bir “ben buradayım” eminliği. Şekli zarife yakın, ince. Narince ama öyle aristokrat zarafeti de değil. Bir tür zayıf kiraz, evet ama kendi gururuyla. Ağızda bıraktığı tat, sadece damakta değil, ruhta da kişilikli iz bırakır. Aslen Farsça kökenli; Rusça ’da ve bazı Doğu Avrupa dillerinde “fişna” adıyla kullanılıyor. Diller arasında gezen bir kelime gibi hem göçebe hem yerleşik. Gülgiller familyasından… Ama güle benzemiyor hiç. Onunla aynı kökten gelse de otantik bir hikayesi var.
İmal edilmiş, solmayan ama açmayan ve rengi, kokusu parfümle sabitlenmiş ve uzaktan muhteşem görünen, kristal vazolarda erişilemez koparılamaz olan ama can özünde kokusu, tohumu, nihayetinde canı olmayan plastik çiçekler gibi değil... Sezai Karakoç’un “Zambaklar en ıssız yerlerde açar / Ve vardır her vahşi çiçekte gurur” mısrasını vişneye de ithaf etmeli. Vahşi gururları vardır vişnelerin de. Canlı, keskin, yoğunluklu, ince bir iddia taşıyan bir duruş. Öyle herkese çok güzel, çok lezzetti gelen bir meyve değildir vişne. Vişnenin karakteri böyledir işte.
374. Vişne
Vişnenin bir imge olarak edebiyatta en çarpıcı temsillerinden biri Çehov’un Vişne Bahçesi oyunudur. Çehov’un ünlü eseri Vişne Bahçesi, vişne ağaçları üzerinden, vişne ağaçlarını sınıfsal bir arka plan olarak sunarak Rus aristokrasisinin çöküşünü anlatır. Vişne, bu bağlamda toplumsal bir belleği temsil eder. İnsan, vişne ağaçlarını keserken çocukluğunu da keser; çünkü tatların hafızası vardır ve bazen bir ekşi meyve, bir ömrü çağırır.
Vişnenin benim için özel bir anlamı var. Çünkü 15 yaşımda yazdığım ilk yazılarımdan birisi vişne üzerineydi. Bir küçürek öykü içinde ergen zihnimin benliği için seçtiği örtük imgeydi vişne. Ve böyle bir bölüm geçiyordu 374. (okul numaram) “Vişne” isimli öykümde: “O bir vişneydi, ama kiraz olmak çok isterdi doğrusu bu yüzden biraz kirazlara hayranlık duyardı. Ona yakın bir kiraz vardı ilkin onu fark etmemişti sonra bir tesadüf onun yakınında olduğunu göstermişti. Artık dallarını kiraza doğru uzatıyordu arada kirazdan da karşılık gelirdi o zaman vişne sevinir dallarını iyice uzatırdı. Bu arada diğer fidanlara da bakardı bahçenin gözdelerinden olan kiraza onların yaklaşmasını pek sevmezdi. O bahar vişne harika tomurcuklar açtı, birden en gözdelerden oldu zaten vişnelerin gözdesiydi ama yavaş yavaş ünü bahçeye yayılmıştı.” demiş ve böyle bitirmiştim: “Zaten ekşimsi olan vişne iyice ekşimiş imrendiği ve hep birlikte olmak istediği kiraz ise şimdi çok uzak bahçelerdeymiş.” Kendini kiraza nazaran daha az görkemli ama içten içe daha derinlikli hisseden bir kız çocuğunun benliğini kaybetmeden kendini ve kirazı sevmek öyküsü. Vişnenin sahiden de karakteri varmış evet.
Vişne: Tezatlı Bir Ahenk
Vişne hem siyah ve kırmızıdan doğan rengi, hem kekremsi, mayhoş ve keskin tadıyla hem de kısa ömürlü oluşuyla aşk ve tutkunun rengi olabilir. Vişne, yoğun rengi ve ekşi-tatlı tadıyla aşkın çelişkili doğasını simgeler. Tıpkı aşk gibi cezbedicidir ama içinde acılık da taşır. Tatlı, sulu, dolgun kiraz herkesin flörtüdür; ama vişne sabır ister. Tek kişinin aşkıdır. Tek başına yiyemezsin çoğu zaman. Şeker ister pişirme ister zaman ister meşakkat ister. Tıpkı insan gibi. Hamken acıdır, işlendikçe güzelleşir. Vişne, doğrudan zevki değil; çabaya dayalı hazzı simgeler. Tıpkı bir hissin, düşüncenin, acının, aşkın olgunlaşması gibi, vişne de işlenerek anlam kazanır.
Vişne rengi, vişne tadı, vişne ruhu, vişne lekesi, vişne çürüğü... “Vişne çürüğü” rengi… Aynı anda aşkın tutkunun ve ölümün rengi. Bu ton genellikle kan, kadınlık, şehvet, gizil tutkular ve melankoliyle ilişkilendirilir. Vişnenin rengi, öyle kolay çıkmaz. Eline, dudaklarına, hafızamıza sirayet eder. Vişne çürüğü denilen renk, zamanın bıraktığı izdir aslında. Ne tam kırmızı ne de tam siyah; arada bir gölge, bir geçiş, karamsar bir ahenk. Hüznün gururlu hali gibidir lekesi bile. Leke olur; çıkmaz, çünkü anıdır. Budist estetikteki “mono no aware” yani “şeylerin faniliği karşısında duyulan tatlı hüzün”, vişnenin çiçeklenmesinde hissedilir. Vişne, yaşamın kendisi gibi insanın doğası gibi çelişkilidir. Tatlıyı ararken ekşide kalırız; tazeliği isterken çürüğe yaklaşırız. Bu tezatsal ahenk bir araya gelip bir karakter inşa eder adeta. Renk olur; karanlıkla aşk arasında bir yerde durur. Tat olur; ağızda kalan tortusu küçük bir sitem gibidir. Vişne ne tam tatlı ne de yalnızca ekşidir. Çocukluk anısı kadar tanıdık, bir yetişkinlik sancısı kadar buruk. Her ısırık, ağzımıza sadece lezzet değil, bir zaman kırığı da taşır.
Vişneyi diğerlerinden başka kılan tarafı ne peki? Kolay kolay sevilememesi mi? Belki de vişne, insanın tatlıyla ekşiyi birlikte sevebilme cesaretini ölçer. “Hoşbeş”li tatlığından hemen sonra gelen o keskin ekşiliği… Kimi yüzünü buruşturur, kimi onsuz yapamaz. Tıpkı bazı insanlara benzer. Ve tıpkı bu yüzden herkesin değil, ama birilerin vazgeçilmezidir o. Ve hatta sadece birinin. Onu sahiciliğiyle seven, onun ekşiliğindeki tadın inceliklerine varmış birinin.

İznik’te ağaç olmak; ‘yaban mersini’ örneği
Tanpınar, Beş Şehir kitabının varış hikayesini anlatırken, gizli bir yolla vardığını ima ettiği bu anlatım için “hayatın tesadüfleri” tanımını kullanır. Osmanlı’nın ilk başkentiyle ilgili olarak ise “Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar belli bir devrin malı olan başka bir şehir hatırlamıyorum” der. Evliya Çelebi, 27 Nisan 1640 tarihindeki ilk şehir dışı gezisini, taht-ı kadim Bursa’ya yapar. Belki de Osmanlı’nın beşiği Bursa için en büyük nimet, seksen altı kilometre ötedeki ilçesi İznik’tir; çünkü burası Anadolu’da kurulan ilk Müslüman Türk devleti olan Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkentidir. Bir şekilde yolu İznik’e düşmüş ve buraya göç etmiş herkes için İznik, “hayatın tesadüfleri” arasında sayılabilir.İznik birçok açıdan ilkleri bünyesinde barındırır. Osmanlı tarihindeki bilimsel anlamda ilk medrese, ilk ilmiye heyeti, Osmanlı’daki ilk tek kubbeli cami, Türklerde bugün “ilk konukevi” anlamına gelen “Nilüfer Hatun İmareti”, Hristiyanların birinci Ekümenik Konsili ve ilk çini fırınları, İznik’te bilinen başlıca ilklerdir.Bununla birlikte İznik toprağı, kültürlerin harman olduğu bir yerdir. Medeniyetlerin beşiği olarak nitelendirilen bu topraklarda, neresi kazılsa eski uygarlıklardan izler çıkar. Bu doğurgan ve bereketli toprakların bir diğer önemli özelliği ise zengin bitki örtüsüdür. İznik’in elverişli iklimi ve verimli toprakları, dağ ya da ova demeden her çeşit bitkiye kucak açmıştır. Her mevsimde farklı bitkilerin yetişme imkanı vardır.Coğrafyalara bakıldığında, alan ne kadar küçük ölçekli olursa ayrıntılara girmenin o kadar mümkün olduğu görülür. Güneydoğu Marmara havzalarından biri olan İznik Gölü havzası, doğal çevresi, özellikleri ve özellikle tarım açısından potansiyel kaynaklarımız arasında son derece zengin bir sahadır. Ancak kırsal alanlar, içinde yaşadığımız dünyanın karşı karşıya olduğu çevresel, ekonomik ve sosyal sorunlar nedeniyle kırılganlaşmış ve savunmasız hale gelmiştir. Dünyamız hızlı bir değişim içindedir; fakat ne yazık ki bu değişim olumlu değil, olumsuz yöndedir. Düzensiz kentleşme, endüstrileşme, soluduğumuz havanın gazlarla, su kaynaklarının endüstriyel ve kentsel atıklarla kirlenmesi, ekosistemde yaşayan tüm canlıların bu olumsuzluklardan payını alması acı bir gerçektir. Ayrıca tarım topraklarının giderek azalması ve kirlenmesi, gıda ve beslenme sorunlarının artması gibi sorunlar da beraberinde gelmektedir. Türkiye’nin uluslararası öneme sahip sulak alanları arasında yer alan ve doğal güzellik ile tarımsal zenginlik bakımından önde gelen İznik Gölü ve çevresi de bu değişimden payını almaktadır.
İznik’e dair bugüne kadar seyyahların, gezginlerin, paşaların, hanım sultanların ilgisi hep farklı yönlerde olmuştur. Şehre yönelmeye karar veren herkes, iki yanındaki tatlı ve ekşi nar ağaçlarının arasından İznik’e varırmış. Her yanı kamışlarla örtülü bu göl şehrinde, insanların evlerinin tarlası ve bahçesi toplu halde yan yana yer almaktaydı. Su sorunu yaşamıyorlar; çünkü gölden ve evlerinin yakınındaki kuyulardan su temin ediliyordu. İznik havzası, ürün çeşitliliği bakımından oldukça bereketlidir. Bu havzada yaz-kış her çeşit meyve ve sebze bulmak mümkündür, hem de en lezzetlilerinden… Ancak bu bereketli ovanın tarım toprakları da küreselleşen dünya ve küreselleşen insanın etkilerinden payını almaktadır. Bu yöredeki çiftçiler oldukça çalışkandır. Sadece organik tarımın varlığının sürdürülebilirliğine dikkat etmek gerekmektedir!
İbn Battuta Seyahatnamesinde İznik’te her türlü meyvenin ve cevizlerin bulunduğunu belirtir. Ayrıca kestanenin de oldukça bol ve ucuz olduğunu ifade eder. “Oradaki bekar üzümünün bir benzerini başka yerde görmedim; kocaman ve çok tatlı. Rengi açık, kabuğu ince. Bir üzüm tanesinin tek çekirdeği var.” Battuta’nın bahsettiği bu üzüm, bugün dayanıklılığı, iri tanesi ve aromasıyla ünlü Müşküle Üzümü olarak bilinmektedir. İznik Belediyesi tarafından da dosyası hazırlanarak Türk Patent ve Marka Kurumu’ndan coğrafi işaret tescili alınmıştır. Ancak günümüzde Müşküle Üzümünün rekoltesinin giderek azaldığını görmekteyiz.
Bunun başlıca sebebi, endüstrileşen tarımla birlikte çiftçilerin daha fazla ürün elde edebildikleri siyah üzüm türünün yaygınlaşmasıdır. Alfons, Mandagözü türleri bugün de hala isimlerini korumaktadır.
Eskiden üzümler asma şeklindeyken, şimdi telli bağ olarak yetiştirilmektedir. Bunun elbette bir amacı vardır; böylece çiftçiler tonajı artırabilmektedir. İznik’e bağlı Akköy, Ömerköy ve Çamdibi, bu ürünün yetiştirildiği başlıca köylerdir. Meyve çeşitlerindeki değişiklikler, bağların sökülüp yerine bahçe kurulması gibi değişkenlikler sonucunda verimliliği artırmaya yönelik dönüşümler yaşanmıştır. Bu dönemde erik (Japon eriği), elma, şeftali, nektarin ve yaban mersini oldukça popüler hale gelmiştir.
İznik denince elbette bu havzanın binlerce yıllık bir gelenekle dünyanın en lezzetli zeytin ve zeytinyağı üreten yörelerinden biri olduğunu belirtmek gerekir. Zeytin, Akdeniz iklimine özgü, her mevsim yeşil kalan bir ağaç türüdür. Hem yaprakları hem de meyveleri kullanılan bir bitkidir. İnsanlık zeytin ve zeytinyağının şifa kaynağı olduğunu çok eski zamanlardan beri bilmektedir. Bu ağacın en verimli dönemi 35 ile 150 yaşları arasındadır. Verimlilik yıllara göre dalgalansa da bir yıl çok meyve verebilir, diğer yıl ise kendisini toparlayarak daha az meyve üretebilir. Zeytin, Tin Suresi’nde yemin edilen dört şeyin ilk ikisinden biri olup, tüm dinlerin üzerinde önemle durduğu, barışın, mutluluğun, refahın ve bolluğun sembolü olan kutsal bir meyvedir. İznik’te her yıl 30 bin tondan fazla zeytin üretilmektedir. Ortalama 3-5 kilogram zeytinden 1 kilogram zeytinyağı elde edilmektedir. Kehribar karası İznik zeytini, yöredeki çiftçilerin başlıca gelir kaynaklarından biridir. İznik’te yetişen her şey güzeldir; her vechile kusursuz İznik. Süheyl Ünver’in Bursa için söylediği “Yaşadığım günler Bursa’da kaldığım günlerdir” ifadesini ben de İznik için kullanabilirim.
Tabii konuyu bu toprakların son yıllarda yetiştirdiği en önemli mahsule getirmek gerekirse: Yaban Mersini ya da yöredeki adıyla Mavi Yemiş. Ülkemizde yaban mersini üretim alanlarının 2008 yılında 120 dekar, 2010 yılında 150 dekar, 2012 yılında 220 dekar civarında olduğu belirtilirken, 2017 yılında üretim alanının 582 dekara ulaştığı bildirilmektedir. Yaban Mersini, ılıman iklim kuşağına uyum sağlamış bir bitki türü olup, botanik olarak meyvesi gerçek üzümler grubunda yer almaktadır.
Üzümsü meyveler, içerdikleri fenolik bileşikler sayesinde sağlıklı diyetin önemli bir parçası olarak kabul edilmektedir. Yaban mersini de antioksidan özellik taşıyan birçok fenolik bileşik açısından zengin bir kaynaktır.
Yaban Mersini, sağlık üzerindeki sayısız yararları nedeniyle “süper gıdalar” arasında yer alır. Küçük parlak renkli bu meyveler, düşük kalorileri, C vitamini ve diğer vitaminler açısından zengin yapılarıyla eşsiz bir besin kaynağıdır. Ayrıca yüksek miktarda C vitamini içerir. Sağlık üzerindeki yararları yüzyıllardır bilinen bu meyveler doğal olarak ormanlarda ve dağlık bölgelerde yetişmektedir. Türkiye’de en fazla yaban mersini bahçesi Bursa’da bulunmakta, İznik’te ise Candarlı ve civar yukarı köyleri öncelikli yetiştirme alanlarıdır. Ayrıca Orhangazi, Keles, Orhaneli, İnegöl-Tuzla gibi yerlerde de yetiştirilmektedir. Yaprakları da en az meyvesi kadar farklı aromalar ve fenolik bileşikler içerir. Bu meyvenin hem sağlığın korunmasında hem de bazı hastalıkların tedavisinde iyileştirici özellikleri olduğu konusunda birçok çalışma bulunmaktadır. Yaban mersinine mor-mavi rengini veren antosiyanin maddesi ve içerdiği pirüvik asidin kanser tiplerinin ilerlemesini önemli ölçüde yavaşlattığı bildirilmektedir.
İznik’teki üreticilerin çoğunluğu erkeklerden oluşmaktadır; bu durum yaban mersini yetiştiriciliğinde de farklı değildir. Diğer tarım ürünlerine kıyasla daha genç bir nüfus yaban mersini üretimiyle ilgilenmektedir. İznik’e bağlı Candarlı Köyü, Türkiye’nin en çok yaban mersini yetiştiren bölgesidir. Burada profesyonel tarım yapılmakta; ürünler dolu ve dondan korumak için file sistemiyle korunmaktadır. Yaban mersini yetiştiriciliği İznik açısından 2000’li yıllara dayanmaktadır. 2000 yılında Polonya’dan getirilen fideler dikilmiş ancak süreç yavaş ilerlemiştir. 2014 yılından itibaren, ileride İznik Yaban Mersini Kooperatifi’ni kuracak olan Candarlı Köyü’nden Ahmet Turan Bey öncülüğünde beş çiftçi ile yaban mersini yetiştiriciliği günümüzdeki canlılığını kazanmıştır. Köylülerin dışında özellikle İstanbul’dan gelip yaban mersini yetiştirmek için Candarlı Köyü ve çevresine gelenler de bulunmaktadır. Orhangazi gibi ova ve sıcak bölgelerde ise saksıda yetiştirilmektedir. Saksıda yetiştirilen ürün için her beş yılda bir toprak değişikliği gerekmektedir. Candarlı Köyü’nde yetiştirilen ürün ise uygun pH değerine sahip topraklarda yetiştiği için 40-50 yıl boyunca ürün alınabilmektedir. Zamanla ürün daha kuvvetli ve iri hale gelmektedir. İklim değişikliğine bağlı afet, don ve zarar olmadığında, çiçeklerin iyi olduğu dönemde her ağaçtan 5 kg verim alınabilmektedir.
Toprağı 4,5 ila 5 pH arasında olan hijyenik, serin ve dağlık Candarlı ve çevre köylerinde yaban mersini yetiştiriciliği büyük özenle yapılmaktadır. Daha yüksek bölgelerde ise yaban mersininin yabani türlerine rastlamak mümkündür. Bunlar kendiliğinden çıkmış, daha küçük ve kuş üzümü biçimindedir. Yaban mersini ise bu yabani türlerin aşılanmış ve ehlileştirilmiş halidir.
Başlıca yetiştirilen türler Bluecrop, Chandler, Brigitta, Duke, Reka, Patriot, Legacy, Spartan’dır. Ayrıca yaban mersini ile sıkça karıştırılan Aronya meyvesi, bambaşka bir lezzete sahiptir ve birkaç tane yendiğinde ağızda mayhoş bir tat bırakarak fazla tüketilmesini engeller.
Eskiden yaban mersini satışı ve pazar bulma konusunda büyük zorluklar yaşanırken, bugün ihtiyaçları karşılayacak ürün yetiştirilemiyor. Hatta 2025 yılında toptan satış yapılamamıştır bile denilebilir. Yaban mersinini en çok tercih edenlerin tıp alanında çalışanlar olduğunun da altını çizmeliyiz.
Yaban mersininin belirli bir ekim sezonu yoktur. Saksı veya tüpte üretildiği için toprağa ekip periyodik olarak uygunca sulamak yeterlidir. Her dönem ekilebilir. Sonbaharda ekim, kışın yağmur ve kar sularını toprak tarafından emerek ürünün gelişmesine avantaj sağlar. Ekim sonrası ilk iş sulama tesisatının sistematik şekilde kurulması ve düzenli sulamadır. İki-üç günde bir sulama yapılır, mahsul dönemi boyunca sulama yoğun şekilde devam eder. Bitkiler, iki metre genişlikte ve bir metre aralıklarla spiralli şekilde ekilir. Hasat Haziran’ın son haftasından Ağustos’un ilk haftasına kadar sürer. Yaban mersininde hastalık nadirdir; bazen güneş yanıkları görülebilir. Bölgenin sert kış koşulları (-20 dereceye varan sıcaklıklar) zararlı böcekleri yok eder, böylece ilaç kullanımına gerek kalmaz.
Çiftçiler açısından ürünün iyileştirilmesi ve yetiştiriciliğin yaygınlaştırılması gerekmektedir. Bunun için yaban mersininin Tarım Bakanlığı tarafından resmi literatüre alınması ve teşvik edilecek tarım ürünleri listesine dahil edilmesi önemlidir. Eskiden fideler Polonya’dan getirilirken, artık Bursa’da fide yetiştiriciliği yapılmaktadır. Fidelerin fiyatları yüksek ve maliyetlidir; bu nedenle çiftçilerin üretim kapasitelerinin artırılması konusunda Tarım Bakanlığı’nın önemli görevleri bulunmaktadır.
Kırsal turizm açısından da yaban mersininin İznik’e katkısı giderek artmaktadır. Hatta Candarlı’da Dört yıldır İznik Yaban Mersini Festivali düzenlenmektedir. Ancak bu yıl (2025) ülkemizin yaşadığı yangın afetleri nedeniyle festival gerçekleştirilememiştir.
Mevsimler değişiyor; yıllar, aylar, günler birbirini kovalıyor. Özellikle yaz aylarında İznik’te her daim bir telaşe hâkim; her dem hasat mevsimi. Hele ki şimdilerde İznik’te yaşıyor olmanın bunca şehir, bucak gezmiş benim için bir teselli şarkısı olduğunu söyleyebilirim. Şeftali ve nektarinler toplandı, yaban mersini yerini aronyalara bırakmak üzere. Mısırlar başlıyor bir yandan yeni yeni, ardından fasulye, kabak derken güz mevsimi gelip çatıyor. Ancak Ekim ayı, şehrin en hareketli döneminin başlangıcı demek: Zeytin zamanı başlıyor ve üç ay boyunca sürüyor. Sonra yağlık zeytinler yağhanelerde zeytinyağı oluveriyor.
İznik’te hasat zamanlarında gündüzleri in cin top oynuyor Akşam olunca ise tarlalardan dönen rençberleri kahvehanelerde, çalışma kıyafetleriyle sohbet ederken görmek mümkün. Konular genelde aynı: hasat, işçilik, rekolte, verimlilik, mazot fiyatları…
Ağustos ayındayız; birçok mahsulün hasat zamanı, oldukça hareketli günler geçiyor şehirde. En merkezi yerlerde bile traktörler bu kadim şehirde adeta cirit atıyor. Dışarıdan İznik’i gezmeye gelen bir ziyaretçinin, sahilde gün batımını beklerken ara sokaklarda arabasını sürekli bir römorkun, traktörün ya da sulama aracının yanına park ettiğini görebilirsiniz. Tarım toplumunun ne demek olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Tüm yıl boyu süren türlü cefa ve emeğin bir nevi karşılığının alınması bu. İlaçlama, çampara, budama, sulama ve bakım derken vakit, ürünleri toplama zamanı. Bu sürecin tamamına tanıklık etmek ve artık bizzat bu işlerin içinde yer almak, yaşamın hengamesinden bir nebze olsun uzaklaştırıyor insanı; bir sükûnet, bir dinginlik getiriyor.
Ne buluyorsak tırpanla, orakla, dirgenle buluyoruz. İznik’in mümbit toprakları, asırlardır olduğu gibi bugün de bizi ve nesillerimizi beslemeye devam ediyor. Burada yaşamaya başladıktan sonra toprakla kurulan oyunu harfiyen öğreniyorsunuz. Hâlâ dut gölgelerinde serinliyor, kuyu başındaki sayfiyelerde dinleniyoruz. Artık en uzak menekşelere, lalelere, yediveren gül dallarına çok daha yakınız. Allah ne verdiyse yeniliyor, içiliyor. Taşra mistisizminden öte Anadolu toprakları bizi insan yapıyor.

Semizotunun suçu ne?
Yeni Şafak Kitap eki için Merve Hanım arayıp konudan bahsettiğinde önce içimden birkaç kez hımladım.
-Hım. Hımm. Hımmmm.
Sonra Evraka dercesine “Karpuzname, evet karpuzname” dedim. Böyle bir sayıda karpuzu anlatabilirdim. İçine çocuk sığacak kadar büyük, sulu sulu, kan kırmızı bir karpuz. Hele de bir derede ya da çeşme oluğunda soğumaya bırakılmışsa… Tasvirime devam edecekken Merve Hanım “Karpuz alındı maalesef” dedi. Görmesem de telefonun ucundaki gözlerinde “Herkes de karpuz istiyor” bakışı olduğunu hissettim. Alındının netliğine karşın maalesefin cılızlığıydı bunu düşündüren. Bir şey demedim, onun yerine başka bir yaz meyvesi bulmaya çalıştım.
-Kiraz? –Alındı.
–Çilek? –Alındı.
–Kayısı? –Alındı?
İki meyve arasındaki duraksamam gittikçe uzuyor, boynum büküldükçe bükülüyor, Afrika’dan gelen sıcak hava kütlesinin de etkisiyle beynim yanıyormuş gibi hissediyordum. Ne olmalıydı bu meyve? Ne? Ne?
Kısa bir nefes aldıktan sonra –telefonda uzun uzun bekletmemeli karşıdakini- “İlle meyve mi olacak?” dedim. “Mesela semizotunun suçu ne?” Bu kez kısa sessizlik sırasını ustaca karşı tarafa göndermiştim.
Anlık bir tereddütten sonra “Semiz mi otu?” cevabını aldım. “Bu biraz şey olmaz mı? Yani yaz ruhunu nasıl yansıtır ki semizotu?” Hemen soruya soruyla cevabımı verdim ve sohbet ilerledi.
•Yani sonuçta bu istenen yazı biraz da kişisel ögeler içermeyecek mi?
•Tabii, orası öyle. Bu arada telefonda öğe diyebilirsiniz. Semizotu nasıl kişisel olabilir ki?
•Ben olaya şöyle bakıyorum - hemen şimdi baktım aslında – konumuz yaz değil mi sonuçta? Bir onda şıp diye yazdan bahsetmek yerine mevsimleri bir döngü olarak düşünerek cevap vermek daha doğru olur. Semizotu da bunun için biçilmiş kaptan.
•Nasıl yani?
•Yanisi şöyle: Yaz meyveleri dediklerimiz benim nazarımda havalar ısınınca, her birinin ayrı dönemi olsa da, hop bir anda hayatımıza giren ve yine aynı hızla hayatımızdan çıkan meyveler geliyor. Semizotu ise benim için böylesine müstakil bir yaz sebzesi değil. Oyuncu değişikliği ile hayatımıza giren bir sebze.
•Diğer oyuncu kim?
•Ispanak. Çocukluğumda annemin kışın pişirdiği ıspanağı üzerine yoğurt dökerek keyifle yediğimi hatırlıyorum. Sonra bir şeyler oluyordu ve bir anda ıspanak yerine semizotu pişiriyordu annem. Pişmiş hâllerinin tadını çok benzetir hayret ederdim. Hatta sanırım bir tarafım ıspanağın yazın kılık değiştirerek semizotuna döndüğünü söylerdi.
•Yalnız semizotu pişirilse de daha ziyade soğuk yenir bence.
•Evet, doğru bir noktaya parmak bastınız. Ben bunu yıllar sonra öğrendim. Herhâlde Ankaralı olmanın ve ot ve meze kültürüne uzak hatta çoğunlukla bihaber büyümenin sonucu bu. Yaz kış yorganla yatanlar gibi hem vücudumuzu sıcak tutmak hem yemeklerimizi sıcak yemek istiyorduk sanırım. Yazın yorgansız yatılabileceğini de semizotunun pişmeden yenebileceğini de çok sonra öğrendim.
•Ve ikisini de sevdiniz sanırım.
•Evet evet, Pişmiş semizotu benim için çocukluğumun lezzeti, kışla birlikte ıspanağın da izne ayrılmasının yazla birlikte yeni oyuncu gelmesinin nişanesi. Semizotu salatasında ise güzelce yıkadıktan, saplarını ince ince dildikten sonra süzme yoğurt sarımsak, nane, kırmızı biber ve zeytinyağı ekleyip biraz da dolapta beklettikten sonraki lezzet…
•Hüseyin Bey? Orda mısınız?
•Ha, evet. Gündüz düşü gördüm galiba. Acıkmış olmalıyım. Şu son günlerde Ankara’da kırk bir dereceyi, İstanbul’da otuz sekizleri görünce serinlik ve ferahlık fikirleri bile beni kendimden geçiriyor.
•Anladım. Evet kişisel olarak semizotuna ayrı kıymet vermenizi güzel bir şey tabii. Ama meyvelere karşı bir duruşunuz da yok değil mi? Sonuçta sizin yazınızın yanında beş altı tane de meyveden bahsedilecek.
•Haha. Yok canım, ne münasebet. Meyveler de elbette güzel, Orhan Veli’nin puf böreğine bittiği gibi ben de karpuza, kiraza, vişnenin reçel olmuş haline biterim ama telefonun başından beri düşünüyorum da bu meyveler parlak, neşeli ve mutulu bir yaz resmi için bütün özelliklere sahip olsalar da hava sıcaklığı rekorları kırılırken sanki şöyle soğuk ve lezzetli hem de sağlıklı bir semizotu salatasını öne çıkarmazsak ayıp ederiz gibi geliyor. Hem çok kolay yetişir biliyor musunuz? Yeter ki tohumu bir yere bir kez dökülsün. Her yıl kullanmakendiliğinden oralar semizotu tarlasına döner nerdeyse.
•Neden olmasın, tabii…
•Bu arada şimdi wikipediaya baktım da elma 197, üzüm 174, karpuz 163, şeftali 149, kayısı 120, kiraz 85 dilde kendine yer bulmuşken semizotu sadece 84 dilde yer almış. Bu da biraz haksızlık gibi. Kirazla birlikte semizotuna dünya çapında da bir haksızlık yapılıyor gibi.
•Hmmm…
•Mesela bir de türküleri düşünün “Oy semizotu” “Altın tabakta semizotu” falan gibi sözler hiç yok. Şimdi bir tane buldum. Karyolamın Demiri türküsünde “Bahçalarda Pimpirim” diye geçiyor sadece ama bu da acıklı bir türkü bildiğim kadarıyla. Atalar türkü yakarken de gereken kıymeti vermemişler anlaşılan.
•Pimpirim?
•Evet evet. Türkiyenin birçok yerinde pimpirim de deniyor kendisine. Çok sevimli bir kelime değil mi? Cimcime gibi. Haha. Neyse, ne diyordum? Bence ben semizotunu yazayım.
•Ben bir düşünüp size döneyim.
•Olur tabii.
Kısa bir bekleyişten sonra Whatsapp’tan semizotuyla ilgili yazabileceğim mesajı geldi. Şimdi nasıl bir şey yazsam da okuyan herkes akşama semizotu salatası yapmak için market alışveriş listesine birkaç daha madde eklese diye kara kara düşünüyorum.

Yumurtasız menemen, domatesli turta ve diğer ihtimaller: Sıra dışı bir yaz sofrası
Sıcak yaz akşamlarında ağır yemekler yerine doyurucu ama mide yormayan, uzun süren muhabbetlerin eşlikçisi ama aynı zamanda damakta unutulmayacak izler bırakacak lezzette şeyler yemek isteriz. Geçtiğimiz hafta konuklarım için işte tam da böyle bir sofra hazırladım. Aklınıza hemen karpuzlu peynirli, sarmalı mezeli klişe yaz menüleri gelmesin. Öyle tariflerle aşçı olmak kolay. Benim menüm başlangıçta herkesi şaşırtacak, oldukça sıra dışı, bir o kadar da cesur seçimlerden oluşuyor. Doğrusu bu menü sadece asil ruhları mutlu edecek denli rafine. Bu yüzden -tıpkı benim yaptığım gibi- dostlarınızın asaletini sınamak için de kullanmayı deneyebilirsiniz.
Yazın çorba da içilir miymiş, diyenlerden değilsinizdir umarım. Çünkü menümüzün başlangıcında dileyenlerin soğuk da içebilecekleri ama önerimizin sıcak (en azından ılık) tüketmek olduğu oldukça özel bir çorba var: Köz Domates Çorbası. Bu tarif için mümkünse salçalık domatesleri ortadan ikiye bölüp fırın tepsisine, tercihen kapya biber, soğan ve sarımsaklarla birlikte hafif zeytinyağı ve tuz eşliğinde dizip 20-25 dakika közlemeniz gerek. Közlenen her şeyi bir tencereye koyup su ile kaynattıktan ve blenderdan çektikten sonra çorbanız hazır. Damağa yapışan peynir hissinden hoşlananlar çorbalarına rendelenmiş kaşarla renk verebilir. Bana göre çorbanın öz hakiki kan portakalı rengi konuklarınızı etkilemek için zaten ziyadesiyle estetik.
Ara sıcak için Akdeniz’e uzanıyor ve Yunan komşularımızın Dakos dedikleri, domatesli ekmek dilimlerinden yapıyoruz. Bunun bayat ekmekleri değerlendirmek için de ideal bir tarif olduğunu söylemek isterim. Fırında kızartılıp hafifçe kıtırlaştırılan ekmeklerin üzerine yaz kış elinizin altında bulunmasının elzem olduğu ev yapımı domates sosundan koyuyoruz. Ardından keçi peyniri ve lor karışımı, kapari, zeytinyağı, kekik, tuz, karabiber ekleyerek servis ediyoruz.
Yok ben ekmeğimi de kendim yaparım derseniz alternatif ara sıcağımız yine Akdeniz’den, İtalyan ekmeği Focaccia. Bol zeytinyağlı mayalı hamur iyice şişip kabardıktan sonra domatesler eklenerek fırında pişirilir. Bu tarifi anlatması kolay ama inanın yapması anlatmasından da kolay. Focaccia’ya zeytin, taze kekik, fesleğen, sarımsak, soğan da yakışabilirdi ama hiçbirine gerek yok. Domates hepsine bedel!
Ne demiştim, bu oldukça özel bir menü ve bu menüyü özel kılan şey de sıra dışı yemek seçimleri. Ana yemeğimiz Anadolu’dan kopup gelen bir lezzet: Menemen. Kimileriniz menemenin kahvaltı yemeği olduğunu düşünüp itiraz etmeye şimdiden başladı bile, duyuyorum. Oysa menemen -bilhassa ve yalnızca- yaz mevsiminde sabah, öğle, akşam yenebilecek denli hafif, basit olduğu kadar lezzetli ve usta işi bir lezzettir. Domatesin kabuklarını ince ince soymak, biberleri olabildiğince küçük doğramak ve kısık ateşte kendinden geçene dek iyice pişirmek gerekir. Menemen soğanlı mı olur soğansız mı tartışmasına girmiyorum bile, çünkü benim menümdeki menemen soğansız olduğu gibi yumurtasız da.
Menemenin ana yemek olamayacağı konusundaki fikirlerini değiştiremediğim okurlara özel alternatif ana yemeğim ise domates dolması. Bu tarif için de elbette irice, kalın kabuklu domateslere ihtiyacımız var. Klasik kıymalı, soğanlı, az pirinçli, dilerseniz maydanozlu (aslında hiç gerek yok) bir iç harç hazırlamalısınız. Ardından domateslerin baş kısımlarını kesip kenara koyun. İçini bir kaşık yardımıyla çıkarıp tabanına minik birkaç delik açarak hafifçe tuzlayın. Harcı paylaştırıp az önce ayırdığınız baş kısımlarını kapak olarak kullanın. Domateslerimizin hiçbir yeri ziyan olsun istemeyiz sonuçta. Bayrak kırmızısı rengiyle iştah açan domates dolmalarını yarısına kadar su koyduğunuz tencerede pişmeye bırakın.
Tüm bu lezzetli yemeklerin yanında çay içerek bütün büyüyü kaçırmayı aklınızdan bile geçirmemişsinizdir umarım. Menüdeki her yemekle uyumlu bu içecek tarifiyle konuklarınız seçimlerinize hayran kalacak. Tarif için yaklaşık 10 adet orta boy domatesi (bol olsun çünkü bir içen bir daha isteyecek) kabuklarından ayırıp rendeleyerek bir tatlı kaşığı tuz, bir adet küp şeker, limon suyu ve 3-4 dal taze kekikle pişirdikten sonra süzün. Soğuduktan sonra -elbette ki- buz, isteğe göre karabiber ve fesleğenle servis edin.
Kapanışı şöyle güzel bir Domatesli Turta ile yapmak istedim. Domatesle turtayı aynı cümle içimde duyunca afallayanlara domatesin bilimsel olarak meyve sınıfına dahil olduğunu hatırlatmak isterim. Domatesli turta elmalı turtaya alternatif olsa da ondan çok daha incelikli bir lezzet. Turtanızın iç harcı için 6 adet yeşil domatesi sekizer parçaya bölün. 1,5 çay kaşığı tarçın, bir tutam tuz, çeyrek su bardağı şeker, 5 yemek kaşığı un ile bir karıştırma kabına alıp güzelce harmanlayın. Ardından 1,5 yemek kaşığı eritilmiş tereyağı, yarım çay kaşığı limon suyu ve bir çay kaşığı limon kabuğu rendesi, 1,5 yemek kaşığı pekmezi ekleyip tekrar karıştırın. İç harcınız hazır! Gerisi sizin turta konusundaki becerinize kalıyor.
Bonus: Ferahlamak
Alışılmışın dışındaki bu akşam yemeği menüsü elbette her ruha hitap etmeyebilir. Böyle durumlar için evde kendi imkânlarınızla yaptığınız domatesli kolonyanızı bir köşede hazır etmeyi unutmayın.
Sizin için özenle hazırladığım yaz menümüzün burada sonuna geldik. Bu menüyü geçen hafta evimizi ziyaret eden dostlarımıza sunduğumdan bahsetmiştim. İçlerinden biri domates yemekten -kelimenin tam anlamıyla- baygınlık geçirdi, bir başkası ana yemek olarak menemen sunmamı kişisel bir hakaret sayarak yemeyi protesto etti, sonuncusu ise halen “Domatesten tatlı mı olurmuş?” diye söylenmeyi sürdürüyor.
Her ruh sıra dışı olanı kaldırabilecek kadar incelikli değilmiş, böylece asalet testimiz de sonuçlanmış oldu.

Kahramanlar, kardeşler, salatalıklar
Üç erkek kardeşiz, iştahlıyız. Üsküdar’daki evimizdeyiz. 90’ların sonu. En büyüğümüz dokuz, en küçüğümüz –ben- beş yaşında. Babam eve meyve sebze alıyor. Poşete üç erkek evlat dadanıyor. Helak olası bir kavme musallat olmuş çekirge sürüsü gibiyiz. Meyve, sebze ne varsa anında bitiyor. Erkek evlat sahiplerinin aşina olmadığı bir manzara değil. Zaman zaman annem bizi uyarıyor: “Misafirlikte ne verirlerse onu yiyeceksiniz. Daha fazla istemek yok”. Gitmeden de karnımızı doyuruyor. Ama bizim için bu, yani yemek, birazcık da bir oyun. Annem evdeyken karnımızı doyuruyor. Ama sonuç pek de değişmiyor.
Muz, kivi falan da giriyor eve. Ama salatalığa ayrı bir tutkumuz var. Salatalık. Sanılanın aksine, kabakgiller familyasından bir meyve. Cucumis sativus. En çok o giriyor eve. Kilo kilo, beyaza çalan ve yırtılacakmışçasına gergin poşetlerin içinde. Okuldan gelmiş üç çocuk, televizyonun karşısına oturmuş, kah tuzlayarak kah olduğu gibi, katır kutur yiyor. Güneş ekrana vuruyor. Tam göremiyoruz ne olduğunu. Ama sorun değil. Batman şehri kötülerden kurtarıyor galiba. Belki de Power Rangers... Evet. Power Rangers. Kötü bir cadı var, derin uykusundan uyanmış, dünyaya kötülük yaymak istiyor. Hepimizin bir karakteri var. Benimki kırmızı olan; en çok onun günü kurtarmasını istiyorum. Poşettekiler midemize yuvarlanıyor yavaş yavaş. Salatalığın kenarlarını da yiyoruz. Bir tek sapı kurtuluyor elimizden. Ama kötüler Power Ranger’ın elinen hiç kurtulamıyor. Nasıl kurtulsun?
Sonra ABD’ye gidiyoruz babamın işi dolayısıyla. Orada sebze meyve ucuz değil. En azından annem öyle diyor. Belki de mesele başka… Eve kiloyla salatalık girmiyor. Kahramanlarımız da Türkiye’de kaldı sanki. Yine televizyonda görüyoruz onları. Ama dilleri başka. Dediklerini anlamıyoruz. Benimki kırmızı zırhını kuşanıp kötülerle savaşıyor savaşmasına ama bir başkasının kahramanı gibi şimdi. Salatalık olmayınca tadı tuzu yok televizyonun. Anlamıyorum söylenenleri.
Arkadaşlarım oluyor bir zaman sonra. Evlerine gidiyorum. Pilavın üstüne balık tozu gibi bir şey döküyor Koreli çocuk. İngilizcesi benimkinden kötü. İlk insanlar gibi konuşuyoruz. Annesi sofraya çağırıyor. Oturuyoruz. Büyükçe bir tabağın ortasında salatalık dilimleri. Gösterişli bir kasenin ortasında, tarumar olmuş vaziyetteler. Bir sürü şey atmışlar üstüne. Kıtır kıtır değil. Buggs Bunny havucunu nasıl yiyorsa ben de salatalığı öyle yemek istiyorum.
Abim anneme tekrar soruyor salatalık yok mu diye. Aynı cevap. Hiç yemiyor değiliz aslında. Ama artık salatalık istihkak gibi veriliyor. “Bu senin… Bu senin… Bu da senin…” Salatalık sayılmaması gereken bir şeydir. Ama burada işler başka. Tadı da aynı değil. Ses çıkarmıyor üstelik; fazla yumuşak. Dişimle çenemle kavga etmiyor. Halbuki yemek bir oyundu. Kolay zaferler istemiyordum. Fakat bu kendini öylece bırakıyordu.
Çok az İngilizce biliyorum. İlk öğrendiğim cümle I can’t speak English. Öğretmen “3x6=?” yazıyor tahtaya. On sekizi biliyorum ama eighteen’i bilmiyorum. İçimden saymaya başlıyorum. Ben eleven civarındayken bir başkası biliyor. Sinirleniyorum. “I know” diyorum, “I knew” demek isterken. Koreli arkadaşımın pilava döktüğü balık tozu gibi şeye biraz alışır gibi oluyorum. Aylar geçmiş. Burnumu gösteriyorum anneme. “Anne bunun Türkçesi neydi?” Salatalığı çok düşünmüyorum artık. Arkadaşlarım var. İlk insan gibi konuşmuyorum. Tekerlekli patenle dolaşıyorum. Arkadaşlarımdan bir farkım yok. Onların aksine ben aynı tekerlekli pateni seneye de giyebileceğim. Öğretmen ödev vermiş. Herkes bir hayvanı seçip anlatıyor sınıfta. Ben hamam böceğini anlatıyorum. Alkışlıyorlar. Seviniyorum.
Bir akşamüzeri. Evdeyiz. Annem babam bir yere gitmiş. Mutfakta bir adet salatalık buluyoruz. Tezgahta öylece duruyor. Nereden geldiği belli değil. 2001: A Space Odyssey başlangıcındaki maymunlar gibiyiz. Bu bir işaret mi? Bir sınav mı? Unuttuğumuzu bile unuttuğumuzu sandığımız salatalık işte şimdi orada. Öylece yatıyor. Dışı biraz solgun gibi. Ama mühim değil. Hem burada insanlar da solgun. İlk taşı en günahsızımız atıyor. Bir ısırık. Gök gürlemesi gibi bir ses. Umutlanıyoruz. Ama abimin yüzü ekşiyor. “Bu ne be” diyor ve bir ısırık daha alıyor. Sonuç yine hüsran. Salatalık el değiştiriyor. Isırıklar ufalıyor. Midemiz bulanmaya başlıyor. Ama bitmesi lazım. Suç unsurunu yemeğe çalışıyoruz. Abim bana atıyor salatalığı. “Hadi biraz sen ye.” “Abim midem bulanıyor çok kötü.” Ben şımarıp salatalığı atıyorum. Duvarda yeşil bir leke. Gece uzadıkça yeni suçlar işleniyor. Power Rangers’ın gücüne gidecek şeyler yapıyoruz. Salatalık bizle, biz birbirimizle savaşıyoruz.
Bitmiyor. Yarısı yenmiş salatalık tezgâha bırakılıyor. İğdiş edilmiş, biraz dışı ama daha çok içi yenmiş zavallı bir meyve. Salatalıktan başka her şeye benziyor. Kulağımızın üstüne yatmaya karar veriyoruz. Önce mutfağın ışığını söndürüyoruz. Nereden baksan 1-2 saniye kazandırır bize. Peki ya anneme ne diyeceğiz? “Salatalık” diye başının etini yediğimiz kadına, hangi yüzle bir adet salatalığı bile bitiremediğimizi söyleyeceğiz? Duvardaki yeşil lekeyi temizliyoruz. Televizyonu açıp izlemeye başlıyoruz. Anne babam eve giriyor. Bizi tam da tembih ettikleri gibi, uslu uslu otururken buluyorlar. Hâlbuki olay mahalline geri gelen bir vicdansızın soğuk kanı akıyor damarlarımızda. Annem mutfağa giriyor ve biraz sonra, can vermiş salatalıkla içeri giriyor. “Bu kabağı kim yedi?” diyor. Birbirimize bakıyoruz. Salatalık. Sanılanın aksine, kabakgiller familyasından bir meyve. Cucumis sativus.

Rağmen
Rağmen kelimesini sever misiniz? Benim özel bir ilgim vardır ona. Bir şeylere “rağmen” yine de yapmayı, sevmeyi, harekete geçmeyi, vazgeçmemeyi hatırlatır. Anlamı da bu zaten… Bir de “çilek”i… Çünkü bu tatlı meyveyle de her şeye “rağmen” bir ilişkim var.
Çocukluğumun en eğlenceli anıları hep yaz tatillerine denk gelir. Bu kuşkusuz ki bana özgü bir durum değil; çoğu çocuk için yaz, hafızanın en renkli, en sıcak köşesidir zaten. Hele ki karneyi alır almaz başlayan o ilk hafta… Sanki okul çantasıyla birlikte koca bir yılın yorgunluğu da rafa kaldırılır. Sabahları uyanmak için çalar saate gerek kalmaz ama ne hikmetse gün zaten güneşle birlikte açılır. Oyunlar, eğlenceler, koşuşturmalar… Ama her şeyden önce TV’de sabah 07.00’da başlayan çizgi film kuşağı…
Benim için bütün bu tatlı telaşlara eşlik eden, kokusuyla bile bir mevsimi çağıran başka bir şey vardı: çilek. Meyveyle-tatlıyla aram yoktur. Ama çilek, işte ona zaafım var. Hem de çocukluktan beri! Evet, çilek baharın meyvesidir ama rengi, kokusu ve tadı haziranın ortalarına kadar yaşamaya devam eder. Çilek de evimizde farklı hâlleriyle bulunurdu. Doğduğum, büyüdüğüm güzel memleketim Bursa zaten bir çilek cennetiydi. Yazın ortalarına doğru tezgâhlarda artık büyük bahçe çilekleri yerini küçücük, mis kokulu dağ çileklerine bırakırdı. Onların kokusu başkadır; rengi, pazardaki iri akrabalarına benzemez. Şehirdeki bütün meyvelerden daha kıymetlidir.
İşte o çilekler köylü pazarından alındığı gün hemen reçeller kaynatılır, mis gibi kokular mutfağın penceresinden taşar; fazladan kalırsa biraz tatlıların üzerine serpiştirilirdi. Veya benim rüyam olan kompostosu yapılırdı.
O sahneleri bugün bile zihnimde canlandırabilirim: Sabah evde herkes uyurken uyanmak. Sessiz adımlarla mutfağa gitmek, buzdolabının kapağını usulca açmak… İçeriden gelen hafif serinlik ve şekerle bekletilmiş çileklerin kokusunu almak… Annem geceden özenle ayıklayıp şekerle harmanladığı çilekleri cam bir kasede bekletirdi. O tatlı suyun kırmızıya çalan rengi, çileklerin hafifçe yumuşamış dokusu… Sekiz yaşındaki ben, bütün dünyanın en kıymetli hazinesini bulmuş gibi hissederdim.
Buz gibi komposto kasesini alır, televizyonun karşısına geçerdim. Ekranda Jetgiller’in renkli dünyası; elimde ise çileğin kokusuyla dolu, serin, tatlı bir kase… O anlar, çocukluğun zamansız mutluluğuydu. Ertesi gün anneme yalvarırdım: “Ne olur, yine komposto yap!” Haftada bir, bazen iki günde bir…Çilek ne zaman olursa! Ne zaman iyisinden bulunursa…
Ama sonra bir gün, beklemediğim bir şey oldu. Güzel çilek bulunmuş, kompostosu yapılmış, ben de sabahın erken saatlerinde mideye indirmiştim ama...
Kompostoyu yedikten sonra kollarımda hafif hafif başlayan kaşıntı, saatler içinde tüm vücuduma yayıldı. Boynum, sırtım, bacaklarım… Kaşındıkça artan bir rahatsızlık… Çocuk aklımla, fazla iyi bir şeyin bile insanı hasta edebileceğini işte o an öğrendim.
Doktor yoluna düşmek kaçınılmaz oldu. Zaten uzun bir alerji listem vardı: çikolata, yumurta, toz… “Ama çilek de mi?” demiştim içimden. Doktorun yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu ama yine de dile geldi: “Ya yemeyecek ya da çok dikkatli yiyecek.” Yanına da kaşıntıyı hafifletmesi için bir merhem reçetesi… Bir yandan kaşındığım bir yandan ağladığım diğer yandan annemin merhem sürdüğü o korkunç alerji günleri. Her şey gibi geçti… Ama sevmekten vazgeçemedim.
O günden sonra çilek, benim için yalnızca tatlı bir yaz meyvesi değil; çocukluğumun o masum aşırılıklarının, sabahın erken saatlerinde yaşanan küçük kaçamakların, koca bir kâseyle televizyon karşısına kurulmanın sembolü oldu.
Hâlâ gözlerimi kapatınca benzer anların rüyasını görmek istiyorum. 90’ların yazları… Bursa’dayız… Şehreküstü’ndeki dede ocağı, burası şehir merkezi ama yine de her şey bugünden bakınca nasıl da yerel... Evlerin balkonlarından asılı çamaşırlar, akşamüstü mahalleye yayılan kızarmış patates kokusu, güneş batarken hâlâ dışarıda oynayan çocuklar… Çileğin tadı, o sabahların kokusu, o mutfak ışığı, o sessiz heyecan hâlâ orada bir yerde. Değil mi?
Bugün hâlâ yaz aylarında Uludağ’da yaptığım yürüyüşlerde, çalıların arasındaki o küçücük dağ çileklerine rastladığımda, çekinmem. Bir tanesini koparıp ağzıma atarım. İnanır mısınız bilmem ama bir tanesinin tadı, bir kase kompostoyu bırakın, bir kilo çileğe bedeldir. Evet, alerjim var. Belki birkaç saat sonra kaşınmalar, kızarmalar da başlayacak. Ama tam da o tadı almak için yaşamıyor muyuz biz? Her şeye rağmen.