İlâhî tanıklık ve insanın sorumluluğu

04:0028/11/2025, Cuma
G: 28/11/2025, Cuma
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Allah’ın Eş-Şehîd ismini kalbinde derinlemesine idrak eden her mümin, hayatı boyunca bir şahitlik yolculuğu içerisindedir. Kimi mümin ibadetiyle, kimi ahlakı ve davranışlarıyla, kimi ilmiyle, kimi ise fedakârlığıyla şahitlik eder. Böylece şahitlik, hem ruhsal derinliğin hem de toplumsal adaletin yolunu açan en yüce bir yaşam duruşu hâline gelir. Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Ramazan Altıntaş yazdı.

Arapça “şehide” fiili, köken bakımından “görmek, bilmek, huzurda bulunmak ve tanıklık etmek” mânalarını ihtiva eder. Bu kökten türeyen lafızlar, salt bir haber edinme veya bilgisel tespit anlamının ötesinde, aynı zamanda belirli bir ahlâkî konumlanış ve ontolojik şahitlik hâlini de ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak hakkında kullanılan “Eş-Şehîd” ismi ise, O’nun mahlûkatın bütün hâllerine, niyetlerine ve içsel yönelimlerine nüfuz eden ilm-i muhîtini, her an devam eden murâkabe ve muhâsebe ediciliğini ve varlıklar üzerindeki sürekli huzurî bilgisini göstermektedir.

KAPSAMLI BİR TANIKLIK

Bu noktada özellikle belirtilmelidir ki, Eş-Şehîd ismi yalnızca ilâhî bilginin bir tezahürü değildir; aynı zamanda bu bilginin zorunlu kıldığı ahlâkî mesuliyet, kulun sorumluluk bilinci (takvâ) ve hesap verebilirlik boyutlarını da içerir. İlâhî şahitlik, insanın sadece zâhirdeki fiillerini değil, kastını, niyetini, irade yönelişini ve kalbî motivasyonlarını da kuşatan kapsamlı bir tanıklıktır. Bu bakımdan Eş-Şehîd, İslâm kelâmında ilahi ilim, kader, sorumluluk, kesb ve yükümlülük kavramları arasında kurulan güçlü ilişkinin, daha genel bir ifadeyle, epistemoloji ile ahlâkî ontoloji arasındaki derin bağın mümeyyiz bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

FARKLI ANLAM KATMANLARI VARDIR

Allah’ın esmâ-i hüsnâsından biri olan Eş-Şehîd, “kendisinden hiçbir şeyin gizlenemeyeceği, saklı kalamayacağı ve hafızasından çıkmayacağı” anlamlarını ihtiva eden celâlî–cemâlî bir isimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de defaatle tekrarlanan “Ve’llāhu alâ kulli şey’in şehîd” (Mücâdele 58/6) beyanı, ilâhî şahitliğin hem kâinat ölçeğinde kuşatıcı hem de kul ölçeğinde derûnî bir murakabeye işaret ettiğini bildirir. Lügatte “şehîd” kelimesi, hem fâil (şahitlik eden) hem de mef’ûl (huzurda olan, kendisine şahitlik edilen) anlam alanlarına sahiptir. Buna göre fiil, “hazır bulunmak, bizzat müşahede etmek, vakıaya tanıklık etmek ve gerçeği beyan etmek” gibi anlam katmanları taşır.

TESLİMİYETLE YAŞAR

Bu ismin mâna ve muhtevasını derûnunda hisseden bir mümin için hayat bütünüyle yeni bir anlam kazanır. Zira ilâhî huzur bilinci, kulun varoluşunu yeniden tanzim eden bir kalbî kıvam ve manevî istikamet kazandırır. Kişi, ister imtihanların çetin kuşatması içinde olsun ister nimetlerin sükûnet veren gölgesinde, her durumda “Rabbim benimledir; O her hâlime şahittir” teslimiyetiyle yaşar. Bu teslimiyet, kulun kalbine hiçbir dünyevî dostluğun sağlayamayacağı kadar güçlü bir ünsiyet, hiçbir maddî iktidarın veremeyeceği derecede sarsılmaz bir itminan kazandırır. Bu bilinçle yaşayan bir kul için yalnızlık, dışlanmışlık veya çaresizlik duyguları anlamını yitirir. Kalbin en ücra köşesinde bile “Ben O’nunla beraberim” diyen mümin, sekînet hâliyle kuşatılır. Artık üzerine bela yağsa da, musibet kar gibi etrafını sarıp karartsa da gönlü kararmayan bu kul, acıyı bal eylemenin sırrına vakıf olur.

GÜÇLÜ BİR DUYGU OLUŞTURUR

Eş-Şehîd ismine iman eden müminin ahlâkî tutumu da bu şuurla inşa edilir. Çünkü Allah’ın her şeye şahit olduğu gerçeği, kulun kalbinde güçlü bir murâkabe, muhasebe ve takvâ duygusu oluşturur. İnsan, gizli ya da açık her davranışının Rabbinin nazarına arz edildiğini bildiğinde, günaha yönelmeden önce durur, düşünür ve kendini sorgular. Bu durum, İslâm ahlâkında vicdanî denetimin, yani nüfûs-i mutmainneye giden yolun temel yapıtaşını oluşturur. Böyle bir bilinç; hukuksuzluk, zulüm, hile ve kul hakkı gibi günahların önüne set çeker; kulun en yalnız anında bile ona “manevî bir gözetim” hissi verir.

YÜKSEK ERDEMLERİN KAYNAĞI

Öte yandan Eş-Şehîd ismi, müminin ihsan hâlini sadece günahlardan sakınmada değil, iyilik ve infakta da derinleştirir. Zira nimetlerin Allah tarafından görüldüğünü bilen kul, şükür olarak bu nimetleri başkalarına ulaştırma arzusu duyar. Bu hâl, İslâmî literatürde fütüvvet, cûd, sehâvet ve ihsan kavramlarıyla ifade edilen yüksek erdemlerin kaynağıdır. Mümin; bolluk anında “Yâ Rabbi, bu nimetlere şahitsin; bana lütfettiğin gibi ihtiyaç sahiplerine de ihsan eyle” diyerek cömertliğini artırırken, sıkıntı anında da “Sen bu darlığıma şahitsin, beni yardımsız bırakmazsın” diyerek sabrını derinleştirir. Bu bağlamda Allah’ın Eş-Şehîd oluşuna iman, kulun manevî yolculuğunu istikametlendiren bir ilmî, ahlâkî ve ruhanî temeldir. Bu şuurla yaşayan bir mümin, adım adım insan-ı kâmil ufkuna yürümenin kapılarını aralar. Çünkü ilâhî şahitliğin bilinci, insanın hem davranışlarını hem niyetlerini arındıran, kalbini hem dinginliğe hem de cömertliğe çağıran yüce bir terbiyedir.

MÜSLÜMAN KAYITSIZ KALAMAZ

Kur’ân-ı Kerîm’de şahitlik kavramı, yalnızca bireysel bir manevi farkındalıkla sınırlı değildir; aynı zamanda toplumsal sorumluluk ve insanlık adına etik yükümlülük içerir. “Böylece sizi insanlığa şahitler kıldık” (Bakara, 143) ifadesi, müminlerin yalnızca kendi içsel imanları için değil, çağın hak-batıl mücadelesinde aktif birer tanık ve sorumlu özne olarak hareket etmeleri gerektiğini bildirir. Nasıl ki bir mahkemede şahit, hak ile batılı ayırt eden kilit bir rol üstleniyorsa, ilim sahibi ve bilinçli bir Müslüman da çağın hak-batıl mücadelesinde insanlığın aradığı çözüm ve hakikatin şahitleri olarak işlev görür. Bu açıdan dünyanın acı ve adaletsizliklerine kayıtsız kalmak, müminin ahlâkî ve epistemik sorumluluğuna aykırıdır. Bu şahitlik, coğrafyayı ve zaman dilimini tanımaz; adaletin sesi Pekin’de, Washington’da, Moskova’da, Paris’te, Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Arakan’da veya Sri Lanka’da da yankılanmalıdır. İnsanlık nerede acı çekiyorsa, müminin kalbi oraya akar; çünkü gerçek şahitlik, empati, merhamet ve vicdanın sürekli canlı tutulmasını gerektirir. Müminler bu şahitlik görevini hakkıyla yerine getirdiklerinde, İslam’ın evrensel iddiası yalnızca teorik bir slogan olmaktan çıkar; hayatın somut gerçekliğine sirayet eden bir hakikat hâline gelir.

EN YÜKSEK MERTEBEDİR

İslam’da en yüce ibadet ve en yüksek mertebe olarak kabul edilen şehitlik, doğrudan ilâhî şahitlik kavramıyla ilişkilidir. Bu bağlamda şehitlik, Allah yolunda canını feda edenler için en yüce ve en eksiksiz şahitlik mertebesidir; zira şehit, Allah’ın Eş-Şehîd isminin yeryüzündeki en somut tezahürüdür. Şehitlik, insanın mutlak ilâhî şahitliğe katıldığı doruk noktayı temsil eder. Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a teslimiyetle yaşayanların ölüm anında meleklerin güven ve müjde dolu sözleriyle karşılandığını bildirir: “Korkmayınız, üzülmeyiniz; size vaad edilen cennetle sevinin.” (Fussilet 41/30) Bu an, şehidin hem meleklerin tanıklığına hem de ilâhî müjdeye doğrudan şahit olduğu özel bir andır.

ŞAHİTLİK YOLCULUĞU İÇERİSİDEDİR

Sonuç olarak, Allah’ın Eş-Şehîd ismini kalbinde derinlemesine idrak eden her mümin, hayatı boyunca bir şahitlik yolculuğu içerisindedir. Kimi mümin ibadetiyle, kimi ahlakı ve davranışlarıyla, kimi ilmiyle, kimi ise fedakârlığıyla şahitlik eder. Her söz, her fiil, her dua ve hatta her acı, Allah’ın mutlak şahitliği altında boşa gitmez. Bu bilinç, kulun kalbini nurla aydınlatır; onu hem epistemik bir farkındalığa hem de ahlâkî bir sorumluluğa davet eder. İnsan, Allah’ın Eş-Şehîd olduğunu idrak ettikçe, hem bireysel hem de toplumsal yaşamında hak, adalet ve merhametin temsilcisi hâline gelir. Bu şahitlik bilinci, mümini yalnızca kendi varlığı için değil, tüm insanlık için sorumluluk üstlenen bir ahlâkî ve manevî önder yapar. Böylece şahitlik, hem ruhsal derinliğin hem de toplumsal adaletin yolunu açan en yüce bir yaşam duruşu hâline gelir.

#İslam
#Toplum
#Aktüel